28 Aralık 2014 Pazar

Giriş

Bugün insanlık, cehennemi bir uçurumun kenarında duruyor. Başının üzerinde asılı duran yok oluş tehdidi yüzünden değil. Çünkü bu tehdit, hastalığın kendisi değil, onun belirtisidir. İnsanlığın uçurumun kenarında bulunması, hayatın normal şekilde gelişmesini ve sağlıklı bir biçimde ilerlemesini sağlayacak “değerler” açısından iflas etmiş olması yüzündendir.


Bu durum, Batı dünyasında apaçık bir şekilde görülüyor. O Batı dünyası ki, artık insanlığa verecek hiçbir “değer sistemi” kalmamıştır. Daha doğrusu, uyguladığı “demokratik düzen” iflasla yüz yüze geldikten sonra öz varlığını devam ettirmeye kendini bile ikna edecek bir şeyi kalmamıştır. O kadar ki, şimdi yavaş yavaş Doğu bloğunu taklit etmeye, bilhassa Sosyalizm adı altında o âlemin bazı değer unsurlarını iktibas etmeye koyulmuştur.

Doğu bloğunda da durum aynidir. Çünkü başta Marksizm olmak üzere bütün sosyalist nazariyeler, önceleri “inanç sistemi” özelliği taşımak gerekçesi ile gerek Doğu bloğunda ve gerekse Batı dünyasında hayli taraftar kazanmış olmalarına rağmen, daha sonra düşünce planında bariz bir yozlaşmaya uğrayarak günümüzde neredeyse sistemin özünden hayli uzaklaşan bir “devlet” yapısı ile bu yapıyı ayakta tutan kurumlardan ibaret hale gelmiştir.

Zaten bu nazariye, genellikle insan fıtratının özü ve icapları ile çelişir. Ancak fertleri yıldırılmış ve sindirilmiş içtimai ortamlarda, daha açıkçası uzun yıllar zorbalık idareleri altında yaşamaya alışmış cemiyetlerde gelişebilir. Bu çeşit cemiyetlerde bile asıl dayanağı ve böbürlenme gerekçesi olan ekonomi sahasında yer yer açık bir başarısızlığı yüzünden, çarlık döneminde bile tüketim seviyesinin üzerinde seyreden tarım kesiminde üretim düşüklüğü belirdiği için devlet, buğday ve benzeri besin maddelerini ithal etmek üzere hazinedeki altınlarını satmaktadır.

Buna göre insanlığın yeni bir önderliğe kesin bir ihtiyacı vardır. Çünkü Batı insanının önderliği son bulmak üzeredir. Bu durum, Batı uygarlığı maddi yönden iflas etti veya askeri ve ekonomik açıdan zayıf düştü diye ortaya çıkmamıştır. Bu düzen, önderlik görevini yürütmesini sağlayacak “değerler sistemi” birikimi tükendiğinden dolayı fonksiyonunu yitirdiği için bu duruma gelmiştir.

Bugün insanlığın ulaştığı madde uygarlığını, Avrupa dehasının ulaştığı maddi kalkınma yolundan giderek devam ettirip geliştirebilecek ve bunun yanında insanlığa, şimdiye kadar gördüklerine nazaran kâmil vasfını haklı olarak taşıyabilen yeni değerler sistemi sunabilecek, aynı zamanda bütün bunları köklü, yapıcı ve gerçekçi bir metotla uygulayacak bir önderliğe ihtiyaç vardır.

Söz konusu değerlere ve metota sahip olan tek sistem İSLAM’DIR. Tecrübi ilim rönesansı işlevini tamamlamıştır. Bu fonksiyon, on beşinci yüzyıldaki Rönesans çağı ile belirtilerini duyurmuş ve on sekizinci ile on dokuzuncu yüzyıllarda zirvesine ulaşmıştır. Artık yeni bir birikimi kalmamıştır.

Bunun gibi, yine adı geçen yüzyıllarda ortaya çıkan “bölgecilik”, “kavmiyetçilik” ve benzeri bütün coğrafyaya dayalı gruplaşma akımları da o yüzyıllarda fonksiyonlarını yürütmüşlerdir. Onların da artık yeni bir sermayesi kalmamıştır.

Arkasından ferdiyetçi düzen ile sosyalist nizam da işin sonunda başarısızlığa uğramıştır. Şimdi en zor, en şaşkın ve bunalımlı bir sırada “İSLAM” ve “ÜMMET” dönemi başlamıştır. Allah’ın insanoğlunu yeryüzünde halife olarak görevlendirdiği andan beri madde alanında gelişme göstermeyi onun ilk görevleri arasında saydığı için, hiçbir zaman bu sahada ilerlemeye karşı durmayan, hatta bazı şartlar altında bu uğurda emek vermeyi Allah’a ibadet ve insan varoluşunun amacını gerçekleştirmek olarak kabul eden İslam’ın dönemi başlamıştır.

“Hani Rabbim Meleklerine ‘ben yeryüzünde bir halife yaratacağım’ dedi.. “

“İnsanlarla cinleri, sırf bana kulluk etsinler diye yarattım.”

Allah’ın İslam ümmetini seçip ortaya çıkarmasındaki amacı gerçekleştirmek üzere “İSLAM ÜMMETİ” dönemi başlamıştır.

“Sizler, insanlar için seçilip çıkarılmış iyi bir ümmetsiniz. İyiyi emreder, kötülüğe karşı çıkar ve Allah’a inanırsınız..”

“İşte böylece sizleri (Peygamberle insanlar arasında) aracı bir ümmet kıldık. İnsanlara örnek olasınız ve Peygamber de size örnek olsun diye..”

Fakat bir cemiyette uygulanmadan, yani bir ümmet tarafından temsil edilmedikçe İslam, fonksiyonunu yürütemez. Çünkü insanlık - bilhassa içinde yaşadığımız günlerde - pratik ispatını yaşanan hayatta görmedikçe, mücerret bir inanç sistemine kulak asmaz. Müslüman bir ümmetin varlığı, uzun yıllardan beri ortada yok kabul ediliyor.

Çünkü Müslüman ümmet ne eskiden İslam’ın yaşadığı “toprak parçası”, ne ataları geçmiş çağların birinde İslam düzeni uyarınca yaşamış olan bir “kavim” değildir. “Müslüman ümmet” yaşama tarzları, düşünce yapıları, görüşleri, içtimai düzenleri, değer, kaynak ve yargıları, bütün bunların tümü İslam sistemine dayanan bir insan topluluğudur. Söz konusu vasıfları taşıyan bu ümmet, Allah’ın şeriatına uygun yönetime yeryüzünün her yerinde son verildiği günden beri ortadan kalkmıştır.

Buna göre, İslam’ın insanlığa önderlik alanındaki beklenen fonksiyonunu yeni baştan gerçekleştirebilmesi için, bu ümmetin varlığını yeniden sağlamak gerekir. Ne İslam’ın kendisi ve ne de İslam’ın metodu ile ilgisi olmayan mazi kalıntıları, kavram kalıntıları, görünüş kalıntıları ve sosyal düzen kalıntıları tarafından örtülen bu ümmeti, yeni “bir dirilişe” kavuşturmak şarttır. “İslam Dünyası” adı altında böyle bir ümmetin varolduğu sanılmasına rağmen, ilk görev budur!

“Yeniden diriliş”e girişmekle “önderlik” görevini ele geçirme arasındaki mesafenin uzak olduğunu biliyorum. Çünkü İslam ümmeti varlık ve görünüş imkanından uzun yıllar boyunca mahrum kalmıştır. Uzun yıllar süresince insanlığın önderliğini başka düşünce sistemleri, başka milletler, başka dünya görüşleri ve başka hayat tarzları ellerinde tutmuştur. Son dönemde Avrupa dehası “ilim”, “kültür”, “sosyal düzen” ve “maddi üretim” namına azımsanamayacak kadar büyük bir birikim meydana getirmiştir. Bu birikim, insanlığı zirvesinde tutan büyük bir hazinedir. İnsanlık ne bu birikimden ve ne de onu temsil edenden vazgeçmek istemez. Özellikle “İslam Dünyası” diye isimlendirilen dünya, söz konusu oyuncağa neredeyse ayrı düşmeyi düşünemeyecek derecede tutkundur!

Bütün bunlara rağmen, yeniden dirilişe girişmekle önderliği ele geçirme arasındaki mesafe ne kadar uzak olursa olsun, İslami bir diriliş şarttır. İslami dirilişe girişmek, vazgeçilmez ilk adımdır.

Durumu apaçık bir şekilde görebilmek ve yeniden dirilişe girişirken hangi unsurları göz önünde tutmamız gerektiği konusunda yanılgıya düşmemek için bu ümmetin önderliğe lâyık özelliklerini inceden inceye bilmemiz gerekir.

Bu ümmet, şu sıralarda maddi gelişim alanında herkese önünde boyun eğdirecek ve bu açıdan önderliğini dünyaya kabul ettirecek derecede baskın bir üstünlük sunacak güçte değildir. Çünkü Avrupa dehası, bu alanda kendisini çok gerilerde bırakmıştır. En az birkaç yüzyıl geçmedikçe Avrupa’ya maddi üstünlük sağlamak beklenemez.

Buna göre başka bir kabiliyet gerekir. Şu medeniyette bulunmayan bir kabiliyet. Bu sözlerimiz, maddi gelişme alanını ihmal edeceğiz demek değildir. Emeklerimizi bu noktada yoğunlaştırmamız gereklidir. İçinde bulunduğumuz dönemde insanlığın önderliğine geçişimizi sağlayacak bir meziyet olduğu için değil, başlı başına varoluşumuz için gerekli olduğundan dolayı ona yönelmeye mecburuz. Aynı zamanda yeryüzüne halife olmak görevini insanın omuzlarına yükleyen ve insan varoluşunun amacını gerçekleştirdiği için maddi alanda gelişmeyi, bazı şartlar altında Allah’a ibadet sayan “İslam anlayışı”nın zorunlu bir gereği olarak da maddi gelişmeye önem vermeliyiz.

Bu duruma göre insanlığa önder olabilmek için maddi gelişmenin dışında bir meziyet gerekiyor. Bu meziyet, fıtratın ihtiyaçları ile birlikte maddi gelişmeleri de karşılayabilecek bir bakış açısının denetimi altında insanlığa dahiyane maddi gelişmelerin sonuçlarını koruma imkanı sağlayan bir “inanç sistemi” ile bir “sistem”den başka bir şey olamaz. Söz konusu inanç sistemi ile sistem bir toplumda, daha açıkçası bir İslam cemaatinde uygulanarak canlı bir örnek haline getirilmelidir.

Hayata yön veren prensiplerin ve düzenlerin temel kaynağı açısından günümüzün dünyası (Peygamberimizden önceki devirlerde olduğu gibi) bir ‘cahiliye’ dönemi yaşıyor. Öyle bir ‘cahiliyle’ devri ki, şu korkunç maddi refah ve üstün maddi gelişmeler onun kötülüğünü hafifletmeye yetmiyor.

Bu cahiliyet devri, Allah’ın yeryüzü üzerindeki hakimiyetine, ulûhiyetin en belirgin özelliği olan ilahi otoriteye el koyma esasına dayanır. Bu cahiliyet devri, hakimiyeti insanlara dayandırarak onları birbirinin Rabbi durumuna geçirmektedir. Fakat bunu, eski cahiliyle döneminin bilinen ilkel ve sade şekli ile yapmıyor. Günümüz ‘cahiliye’ mantığı bu sapıklığı hayat hakkında Allah’ın sistemini hesaba katmaksızın ve Allah’ın izin vermediği konularda kavramlar, değer hükümleri, prensipler, yasalar, düzenler ve uygulamalar ortaya koyma hakkı iddia ederek yapıyor. Allah’ın hakimiyetine karşı girişilen bu tecavüzden O’nun kullarına karşı tecavüz doğuyor.

Sosyalist düzenlerde insanın genellikle horlanması, kapitalist düzenlerde sermayenin baskısı ile fertlerin ve emperyalizmin sömürüsü altında o milletlerin zulme maruz kalması, Allah’ın hakimiyetine el koymanın ve O’nun buyruğu olan insan haysiyetinin hiçe sayılmasının sonucundan başka bir şey değildir.

Bu noktada İslam’ın tutumu, diğer bütün beşeri düzenlerden ayrılır. Çünkü İslami düzenden başka bütün düzenlerde şu veya bu şekilde insanlar birbirlerine taparlar. Sadece İslam temeline dayanan düzende tek Allah’a kulluk ederek, tek Allah’ın buyruğuna uyarak ve tek Allah’ın huzurunda boyun eğerek bütün insanlar birilerine tapmaktan, başkasının kölesi olmaktan kurtulurlar.

İşte yolların ayırım noktası burasıdır. Bu temel prensip ve bu prensibe dayanacak olan birçok derin pratik hayat sonuçları, aynı zamanda insanlığa sunabileceğimiz yeni bir kavram, temel bir dünya görüşüdür. Bu prensip insanlığın mahrum olduğu bir hazinedir. Çünkü o Batı uygarlığının ve doğusu ile batısı ile Avrupa dehasının bir “ürünü” değildir.

Bizler, hiç şüphesiz insanlığın tanımadığı ve “üretemeyeceği” yepyeni ve mükemmel bir değerin sahibiyiz.

Fakat bu yepyeni değer, daha önce belirttiğimiz gibi, mutlaka pratik hayatta örneklendirilmelidir. Bunu bir ümmetin yaşaması şarttır. Bu zaruret de Müslümanların yaşaya geldiği topraklar üzerinde bir ‘yeniden diriliş’ hamlesine girişmeyi gerektirir. İşte uzak veya yakın bir zamanda insanlığın önderliğini ele geçirmek, bu yeniden dirilişin arkasından gelecektir.

İslami yeniden diriliş hamlesi nasıl başlar?

Bu hamleyi başlatmaya kesinlikle karar vermiş, bu yola koyulmuş olanların, yeryüzünün her köşesine çöreklenmiş olan cahiliye akımına karşı göğüs gerecek ve bu yolculuk esnasında çevresini kuşatmış olan cahiliye güçlerine karşı bir yandan belirli bir mesafeyi muhafaza ederken, öte yandan bu güçlerle yine belirli bir münasebet halinde olmayı ihmal etmeyen bir öncü cemaat teşkil etmeleri gerekir.

Böyle bir azimle yola koyulacak olan söz konusu öncü gruba icra edeceği fonksiyonun tabiatını, görevinin içyüzünü, hedefinin belkemiğini, uzun yolculuğunun harekât noktasını ve yeryüzünün her köşesine kök salmış olan cahiliye akımına karşı takındığı tavrı gösterecek olan bir takım ‘yol işaretleri’ gerekir.

Bu öncü grup insanlarla hangi noktalarda buluşup hangi noktalarda ayrılacak? Gerek kendi özellikleri ve gerekse çevresini kuşatan cahiliye akımının özellikleri nelerdir? Cahiliye akımının taraftarlarına İslam dili ile nasıl seslenilecek ve onları hangi konularda muhatap tutacaktır? Ayrıca bu grup, bütün bu konularda, hangi kaynaktan ve nasıl bilgi edineceğini de bilmelidir.

Söz konusu yol işaretleri, bu inanç sisteminin temel kaynağı olan Kurân’a, onun ana prensiplerine ve bir zamanlar Allah’ın yeryüzü üzerindeki muradının gerçekleşmesine vasıta olarak tarihin akışını yeni baştan Onun buyurduğu yöne doğru çeviren seçkin ve tertemiz vicdanlarda Kurân’ın meydana getirdiği görüş açılarına dayanmalıdır.

İşte ‘yoldaki işaretler’i sabırsız bir arzu ile beklenen bu öncü grup için yazdım. Bu kitabın dört bölümü, uygun ilâve ve çıkarmalar yapılarak “fi zilâl-il Kurân” adlı eserimden alınmıştır.

“Giriş” bölümü dışında kalan sekiz bölüm de Kurân-ı Kerim’de beliren ilahi metotla ilgili aralıksız incelemelerimin üzerimdeki izlenimleri uyarınca çeşitli zamanlarda kaleme alınmıştır.

Bu bölümleri bir araya getiren ortak özellik, her yolun nirengi noktalarını teşkil eden işaretlerde olduğu gibi, yoldaki işaretler olmalarıdır. Bu kitap, Allah beni bu yolun belirleyici işaretlerine hidayet ettikçe arkasının gelmesini umduğum bir veya birkaç derlemenin ilk kitabidir.

Hiç şüphesiz, başarı Allah’ın yardımı iledir.

1 yorum: