24 Aralık 2014 Çarşamba

5. Hayat Metodu Olarak “La İlahe İllallah”

Tek Allah’a kul olmak, “lâ ilahe illallah” şahadet cümlesi tarafından temsil edilen İslam inancının ilk rüknünün yarısıdır. Bu kulluğun keyfiyetini Peygamberimize (sa.) dayandırmak da “Muhammed-ün Resulallah” cümlesinde ifade edilen diğer yarısıdır.


Her iki yarısı ile bu ilke Müminin kalbinde temsil edilir. Çünkü gerek bu ikisinden sonra gelen iman ilkeleri ve gerekse İslami rükünler bu iki esasın gerekleridir. Çünkü Allah’ın meleklerine, kitaplarına ve peygamberlerine inanmak, Ahiret günü ile hayır da olsun şer de olsun kadere inanmak, bunun yanında namaz, zekat, oruç ve hacc, hadler, hafif cezalar, helal, haram, sosyal işlemler, İslam hukuk sistemi ile İslami görüş sistemi, bunların tümü tek Allah’a kul olma ilkesine dayanır, Ayrıca bütün bunların kaynağı, Peygamberimizin (sa.) Rabbinden alarak bize bildirdikleridir.

Müslüman toplum, bu ilke ile gerektirdiklerini temsil eden toplumdur. Çünkü bu ilke ile onun gerektirdiklerini sindirmeksizin, hiç bir toplum Müslüman olamaz. Bu yüzden “la ilahe illallah, Muhammed’ün Resulullah” şahadet cümlesi tüm yönleri ile Müslüman ümmetinin hayatının dayanağı olan metodun temel ilkesidir. Bu ilke olmadan bu hayat da olamaz. Ayrıca bu ilkeden başkası üzerine dayandığı zaman, yahut bununla birlikte başka bir ilkeye de dayandığı vakit veya bunun dışında bir kaç ilkeye dayandığı zaman, ortaya çıkan hayat tarzı artık İslami hayat tarzı değildir. Ulu Allah şöyle buyurur:

“Hüküm yalnız Allah’ındır. O size sırf, kendisine kulluk etmenizi emretti. İşte dosdoğru din budur.” [1]

Yine Ulu Allah şöyle buyurur:

“Kim Peygambere itaat ederse aslında Allah’a itaat etmiştir.” [2].

Bu kesin, kısa ve şartsız ifade gerek bu dinin özü ile ilgili temel meseleler hakkında ve gerekse pratik hareketleri hakkında şu öz ve ayırıcı sözleri belirlemekte bize yararlı olur.

Önce, şahadet cümlesi, ‘Müslüman toplumun özelliğini’ belirtmekte bize yararlı olur.

İkinci olarak bu cümle, ‘Müslüman toplumun meydana gelme metodu’nu belirtmede bize yarar sağlar.

Üçüncü olarak, bu cümle,, ‘Müslüman toplumun cahiliye toplumuna karşı koyma metodu’nu belirtmekte bize yararlı olur.

Dördüncü olarak, bu cümle, ‘beşeri pratiğe karşı koymadaki İslamın metodu’nu belirtmede bize yararlıdır.

Bunlar, eskiden olduğu gibi şimdi de İslami hareketin metodu bakımından alabildiğine önemli temel meselelerdir.

‘İslam toplumu’nun tabiatını tanıtan ilk özellik, bu toplumun her konuda tek Allah’a kul olma ilkesine dayanmasıdır. Bu kulluğun nasıl olduğunu ‘lâ ilahe illallah, Muhammed-ün Resûlullah’ şahadet cümleleri ifade eder.

Şahadet cümleleri, kulluğu; inanç kavramı açısından olduğu kadar ibadet niyeti ile yapılan davranışlarda da, hukuk yasalarında da temsil eder.

Buna göre Ulu Allah’ın tek olduğuna, ortaksız olduğuna inanmayan kimse ‘yalnızca Allah’a kul olamamıştır.

Allah buyurur ki: “İki ilah edinmeyin. O, tek bir ilahtır. sırf benden korkunuz. Göklerde ve yerde ne varsa O’nun içindir. Din her zaman O’nun içindir. Yoksa Allah’tan başkasından mı korkuyorsunuz?” [3]

İbadet kastı taşımayan davranışları Allah’tan başkasına arz eden kimse kul olmamıştır. Bu takdim O’nunla birlikte olmuş veya O’nsuz olmuş fark etmez. Allah (cc.) buyuruyor ki:

“De ki; Benim namazım, haccım, hayatim ve ölümüm, alemlerin Rabbi olan ortaksız Allah içindir. Bana verilen emir böyledir, ben Müslümanların ilkiyim.” [4]

Hukuk yasalarını, Allah’ın onları bize tebliğ ettiği yol dışında birine dayandıran kimse tek Allah’a kul olma misyonunu gerçekleştirmiş olmaz. Nitekim Ulu Allah (cc.) şöyle buyurur:

“Yoksa Allah’ın din ile ilgili izin vermediği konularda onlar için yasalar koyan O’nun ortakları mı vardır?” [5]

Yine Allah şöyle buyuruyor:

“Peygamber size ne getirdi ise onu alınız. Size neyi yasakladı ise onu yapmaktan vazgeçiniz.” [6]

İşte Müslüman toplum budur. Tek Allah’a kul olma ilkesi, bu toplumdaki fertlerin inanç ve düşünce tarzlarında, bununla birlikte ibadet ve davranışlarda, aynı zamanda sosyal düzenleri ile yasalarında temsil edilir.

Bu yönlerden herhangi biri eksik olursa, ‘la ilahe illallah, Muhammed-ün Resulullah’ cümlelerinde ifadesini bulan ilk rüknü ortadan kalkacağı için İslam’ın kendisi de varolmamış olur.

***

Dedik ki, “Allah’a kul olma ilkesi inanç anlayışında belirir” İslam’ın inanç anlayışının ne olduğunu açıklamamız faydalı olur. İslam’ın inanç anlayışı, inanç ilkelerini ilahi kaynaktan edinerek insan idrakinde oluşur. Bu anlayış sayesinde insan, Rab gerçeği hakkında belirli bir idrak edinir. Gördüğü ve görmediği, fakat içinde yaşadığı varlık bütünü hakkında, bağlı olduğu hayat realitesinin görünen ve görünmeyen yönleri hakkında belirli bir idrak kazanır. Bunlardan tüm bu gerçekler ile onun ilişkisi bu anlayışa göre biçimlenir. Tek Allah’a kul oluşunu yansıtan Rab-kul ilişkisi; varlık bütünü ve onun kanunları ile canlılar ve Onların alemleri ile olan ilişkisi. İnsan türünün fertleri ve insan ile ilgili çeşitli kurumlarla olan ilişki-si. Bu çeşitli ilişkiler bütünü, tek Allah’a kul olma fonksiyonunu gerçekleştirmek üzere Peygamberimizin (sa.) tebliği uyarınca ilke yönünde Allah’ın dinine dayanır. Bu şekli ile inanç anlayışı hayatın tüm gelişmelerini kapsamına alır.

Müslüman toplumun bu olduğu anlaşılınca sıra şu sorulara gelir: Bu toplum nasıl doğar? Böyle bir doğumun metodu, yordamı nedir?

ortaksız Allah’ın her alanda kulluğunu ve Allah’tan başkasına kul olmayı kesinlikle reddeden, ibadetlerde ve dini davranışlarda Allah’tan başkasına kul olmayı kesinlikle reddeden, sosyal düzende ve hukuk yasalarında Allah’tan başkasına kul olmayı kesinlikle reddeden bir cemaat. Hemen Arkasından bu cemaat, hayatının tümünü bu ihlaslı kulluk ilkesi uyarınca düzenlemeye girişmelidir. Bu cemaatin fertleri vicdanlarını Allah’tan başkasına kul olma inancından arındırmış olmalıdır, bu cemaatin fertleri dini davranışlarını Allah’tan başkasına yöneltmekten arındırmış olmalıdır, bu cemaatin fertleri hukuk yasalarında Allah’tan başkasından yararlanma inancından arınmış olmalıdır. Ayrıca bütün bu kesimlerde şirkten Ari kalırken Allah’tan başka bir güç kaynağını O’nunla eşleştirmekten uzak kaldığı gibi, O’nun dışında bir güç kaynağına tek başına yetki tanımaktan da ayni ölçüde kaçınmalıdır.

İşte o zaman ve yalnız o zaman bu cemaat, Müslüman bir cemaat olur. Bu cemaatin oluşturduğu toplum da, ayni şekilde, İslam toplumu olur. Fakat İnsanların içinden bir grup, anlatıldığı biçimde, ihlaslı olarak Allah’ın kulluğunu benimsemedikçe bu fertler Müslüman olamayacağı gibi , bu ilke uyarınca hayatlarını düzenlemedikçe de bu fertlerin toplumu da İslam toplumu olamaz. Çünkü, İslam’ın dayanağı olan birinci temel ilke, aynı zamanda Müslüman toplumun varolma şartı da olan ilk prensip - ki bu da “la ilahe illallah”, Muhammed’ün Resulullah”tır- her iki yarısı da bir arada olarak gerçekleşmemiş olur.

Buna göre İslam’a dayalı bir sosyal düzen kurmayı ve bu düzene dayanan bir Müslüman toplum gerçekleştirmeyi düşünmeden önce fertlerin vicdanlarını her ne biçimde olursa olsun, Allah’tan başkasına kul olmaktan kesinlikle arındırmaya ve vicdanları Allah’tan başkasına kul olmaktan kesinlikle arınmış olan bu fertleri Müslüman bir cemaat halinde bir araya getirmeye önem vermek gerekir.

İşte gerek inanç yönünden, gerek ibadet bakımından ve gerekse kanun koyma açısından fert fert vicdanları Allah’tan başkasının kulluğunda kesinlikle arınmış olan cemaatten Müslüman toplum doğar.İnançta, ibadette ve yasa sisteminde bu toplum içinde yaşamak isteyen kimse, ortaksız Allah’a kul olma ilkesini yansıtan, başka deyimle “lâ ilahe illallah, Muhammed’ün Resulullah” şahadetini temsil eden bu topluma katılır.

İlk Müslüman toplumu kuran Müslüman cemaatin doğuşu böyle olmuştur. Her Müslüman cemaatin doğuşu da böyle olur. Her Müslüman toplum da böyle kurulur.

Müslüman toplum ancak, bir takım fertlerin ve insan gruplarının Allah’tan başkasının kulluğundan sıyrılıp ortaksız ve tek Allah’ın kulluğu ilkesine yücelmesi ile ve Arkasından bu grupların hayat düzenlerini söz konusu kulluk ilkesi uyarınca düzenlemeyi benimsemeleri ile doğabilir. O zaman eski cahiliye toplumundan koptuğu halde yeni inanç ve bir hayat düzeni ile ona karşı çıkmış, yeni bir toplumun yeniden doğuşu gerçekleşmiş olur. Yeni toplum, bu inanç temeline dayanacağı gibi “la ilahe illallah, Muhammed’ün Resulullah” cümleleri ile ifade edilen İslam’ın birinci ilkesinin, her yarısı ile, temsilcisi olur.

Eski cahiliye toplumu tüm olarak yeni İslam toplumuna katılabilir de katılmaz da. Cahiliye toplumunun yeni İslam toplumu ile barış içinde de savaş halinde olabileceği gibi. Gerçi tarihi gelenek, hem kuruluş dönemindeki öncü fertlere ve gruplara karşı ve hem de Müslüman toplumun fiilen kurulmasından sonra cahiliye toplumunun kesintisiz bir savaşa giriştiği şeklindedir. Bu durum Hz. Nuh’tan (as.) Peygamberimize (sa.) kadar, İslam’ın bütün davet tarihi boyunca, istisnasız olarak, hep böyle olagelmiştir.

Tabiidir ki, gerek ahlak ve ferdi karakter yönünden olsun, gerek sosyal düzen ve toplum yapısı açısından olsun ve gerekse diğer güç kesimleri bakımından olsun eski cahiliye toplumunun baskısına karşı koyup onu yenecek yada hiç olmazsa onunla boy ölçüşebilecek bir güç derecesine ulaşmadıkça yeni İslam toplumunun varoluşu gerçekleşemez. Fakat “Cahiliye Toplumu” nedir? İslam bu topluma hangi metotla karşı koyar?

Cahiliye toplumu, Müslüman toplumunun dışında kalan, her çeşit toplumdur. Objektif bir tarif yapmak istersek şöyle deriz. Gerek inanç ve düşünce tarzında, gerek ibadet kasti taşıyan davranışlarda ve gerekse hukuki yasalarda belirecek ortaksız Allah’a kul olma ilkesine dayanmayan bir toplum cahiliye toplumudur.

Böyle bir objektif tarife göre günümüzde fiilen varolan bütün toplumlar, “Cahiliye Toplumu” kategorisine girer!

Komünist toplumlar başlıca iki gerekçe ile bu kategoriye girer:

Önce bu toplumlar Ulu Allah’ı kökten inkar ettikleri için, O’nun varlığını kesinlikle tanımadıkları için, varlık bütününün gerek meydana gelmesini, gerek gelişip devam etmesini “madde”ye veya “tabiat”a dayandırdıkları için, insanın ve tarihin oluşmasını ve gelişmesini “ekonomi”ye veya “üretim araçları”na dayandırdıkları için. İkinci gerekçe şudur: Komünist toplumlarda, bu düzende toplumun önderliği pratik bir gerçektir, faraziyesine dayanarak Allah’a kul olmak ilkesi yerine komünist partisi kulluğu yürürlüktedir. Bu iki gerekçenin Arkasından, bu düşünce tarzına ve bu toplum düzenine bağlı olarak, insani özellikleri heder etmesi, yok sayması gelir. Çünkü bu düzene göre temel insan ihtiyaçları sadece hayvanlar için de söz konusu olan ihtiyaçlardır. Bunlar da yemek içmek, giyim, mesken ve cinsi arzuyu tatmindir! Böylece komünist düzen insani, onu hayvandan ayıran ihtiyaçlardan yoksun tutar. Bu ihtiyaçların başında Allah’a inanmak, inanç edinme hürriyeti, inancı ifade etme hürriyeti gelir. Bunun yanında insanın “ferdiyeti”ni elde etme hürriyeti devirdir. Bu ihtiyaç, onun insan oluşunun en başta gelen özelliğidir. Bu hürriyet, ferdi mülkiyette, çalışma ve uzmanlık alanının serbest seçiminde ve sanat yolu ile insanın kendisini ifade etmesinde ve bunlar gibi insani hayvandan veya basit bir “araçtan” ayıran niteliklerde belirir. Çünkü Komünist düşünce tarzı ile komünist sosyal düzen, ortaklaşa olarak, çoğu zaman insani hayvan mertebesinden basit bir araç niteliğine indirmektedir.

Objektif tarifimize göre Cahiliye Toplumu kategorisine Hindistan’da, Japonya’da, Filipinler’de ve Afrika’da hala varlığını sürdüren putperest toplumlar da girer. Önce Allah’tan başkasını ilahlaştırma -Allah’ın yanına başka bir güç kaynağı katmanın hiç bir farkı yok -ilkesine dayanan inanç anlayışları yüzünden. İkinci olarak da ibadet kasti taşıyan davranışları ululuğuna inanılan çeşitli ilah ve putlara takdim ettikleri için. Bu toplumlar, bu iki gerekçe yanında Allah’tan ve O’nun yasasından başka bir kaynağa dayanan sosyal düzen ve hukuk sistemleri yüzünden de cahiliye toplumu sınıfına girerler. Söz konusu sosyal düzen ve yasalar ister mabetlere, kahinlere, batıl din simsarlarına, büyüklere dayansın, isterse bu yetki Allah’ın yasasına başvurmaksızın yasa koyma salahiyetine sahip sivil bir kurala havale edilmiş olsun. Yani ya “halk” adına veya “parti” adına veya başka bir şey adına. Yüce egemenlik, ancak Ulu Allah’a aittir ve ancak O’nun Resulü tarafından tebliğ edilen metot uyarınca kullanılabilir.

Objektif tarifimize göre “Cahiliye Toplumu” kategorisine yeryüzünün çeşitli yörelerindeki Yahudi ve Hıristiyan toplumlar da girer. Bu toplumların cahiliye sınıfına girmesinin birinci gerekçesi, Allah’ı uluhiyette tek kabul etmeyerek O’na çeşitli biçimlerde ortak koşmaları şeklindeki sapık inanç anlayışıdır. Bu ortak koşmak, ister, O’na oğul isnad ederek veya O’u üç sayarak (teslis) olsun, isterse Ulu Allah’ın zati hakkında gerçeğe aykırı düşünceler ileri sürerek yahut O’nunla yarattıkları arasında gerçeğe uymayan görüşlere sahip olmak suretiyle olsun. Ulu Allah buyuruyor ki:

“Yahudiler “Üzeyr, Allah’ın oğludur” dediler. Hıristiyanlar da “Mesih (hz: İsa) Allah’ın oğludur” dediler. Bunlar Onların ağızlarından çıkmış (asilsiz) sözlerdir. Daha önceki kafirlerin sözlerini taklit ediyorlar. Allah belalarını veresiceler, ne biçim iftira ediyorlar!” [7] [7]

Yine Ulu Allah buyuruyor ki:

“Allah üçün üçüncüsüdür, diyenler kâfir olmuşlardır. Tek ilahtan başka hiç bir ilah yoktur. Eğer vazgeçmezlerse, aralarındaki kâfirler acı bir azaba çarpılacaktır.” [8] [8] (Maide, 73)

Ulu Allah buyuruyor ki:

“Yahudiler “Allah’ın ali bağlıdır” dediler. Elleri tutulasıcalar sözleri yüzünden lânet onlara! Oysa ki O’nun elleri açıktır ve dilediğine varlık verir.” [9] [9]

Yine Ulu Allah buyuruyor ki:

“Yahudiler ve Hıristiyanlar “biz Allah’ın çocukları ve O’nun sevdikleriyiz” dediler. De ki: “O halde günahlarınıza karşılık size niye azap veriyor? Oysa ki, siz O’nun yarattığı birer beşersiniz.” [10] [10]

Bu toplumlar sapık ve aslından uzaklaştırılmış inanç anlayışlarına dayanan ibadet maksatlı davranışlarından, merasimlerinden ve batıl geleneklerinden dolayı da cahiliye sınıfına girerler. Ayrıca sosyal düzenleri ile yasalarından ötürü de bu kategoriye girerler. Çünkü bu kurumların tümü, Allah’ın egemenlik hakkını tanıyarak otoriteyi O’nun şeriatına dayandırmak suretiyle tek Allah’a kul olma ilkesi üzerine kurulmuş değildir. Tam tersine aslında yalnız Allah’a ait olan egemenlik yetkisine sahip olduğu ileri sürülen bir takım kurallar bu kurumları meydana getirmektedirler. Zaten egemenlik hakkını papazlara ve keşişlere tanıdıkları için, bunlar da kendi düzmecelerini onlara kanun olarak sundukları ve onlar da papazlar ve keşişler tarafından düzülmüş bu kanunları benimsedikleri için, Ulu Allah onları çok eskiden kınamıştır. Ulu Allah buyuruyor ki:

“Allah’ı bir yana bırakarak keşişlerini ve papazlarını Rab edindiler. Meryem oğlu Mesih’i de. Oysa ki, onlara sırf tek Allah’a kul olmak emredilmişti. Ki, O’ndan başka ilah yoktur. O, Onların koştukları ortaklardan münezzehtir.” [11] [11]

Oysa ki, onlar keşişlerin ve papazların ilah olduğuna inanmış değillerdi. İbadet kasti taşıyan davranışlarını da onlara takdim etmiyorlardı. Onlar sadece bu kimselere egemenlik hakkı tanıyor ve Allah’ın iznine dayanmaksızın halk için koydukları yasaları benimsiyorlardı. Egemenlik yetkisini keşiş ve papaz olmayan bazı başka kimselere havale ettiklerine göre Yahudi ve Hıristiyanlar bu gün kınanmaya daha çok layıktırlar.

Son olarak cahiliye toplumu sınıfına girmesi Allah’tan başkasının uluhiyetine inandıkları için veya ibadet maksadı taşıyan davranışları Allah’tan başkasına sundukları için değildir. Bu toplumlar, hayat düzenlerinde tek Allah’a kul olma ilkesini benimsemedikleri için bu sınıfa girerler. Bu toplumlar, her ne kadar Allah’tan başka hiç kimsenin uluhiyetine inanmıyorlarsa da, ulûhiyetin başta gelen özelliğini Allah’tan başkasına yakıştırarak Allah’tan başkasının egemenliğini tanımakta ve sosyal düzenlerini, kanunlarını, değer yargılarını, kriterlerini, geleneklerini, kültürlerini ve hemen hemen bütün sosyal kurumlarını bu yetkisiz egemenlik kaynağına dayandırmaktadırlar.

Ulu Allah yönetenler, egemenler hakkında buyuruyor ki:

“Allah’ın indirdiği uyarınca hüküm vermeyenler, kâfirlerin ta kendileridirler.” [12] [12]

Ulu Allah yönetilenler hakkında da şöyle buyuruyor:

“Sana indirilene ve senden öncekilere indirilene inandıklarını sananları görüyor musun? Onlar, kendilerine onu tanımamaları emredildiği halde zorbanın (tağutun) egemenliğine sığınmak isterler.”

Bu konu şu ayetle son buluyor:

“Hayır Rabbin adına andolsun ki, aralarında doğan anlaşmazlıklarda seni hakem tutmadıkça, sonra da verdiğin hükümlerden dolayı vicdanlarında bir sıkıntı, bir burukluk hissetmez hale gelmedikçe ve tam olarak verdiğin karara teslim olmadıkça onlar iman etmiş olamazlar.” [13] [13]

Ulu Allah çok eskiden Yahudiler ve Hıristiyanları, keşiş ve papazlarını tıpkı kendi kendilerine “Müslüman” olduğunu ileri sürenlerin aralarından bazı kimseleri kabul ettikleri gibi gördükleri için papazlarını ve keşişlerini Rab edinerek şirk, küfür ve Allah’a kul olma ilkesinden sapmakla kınamıştı. Ulu Allah Yahudiler ile Hıristiyanların bu tutumunu, Meryem oğlu Hz. İsa’yı ilah edinip ona tapınmak gibi, ayni şekilde şirk olarak kabul etmişti. Çünkü bu tutum da öbürü gibi, tek Allah’ın kulluğundan, Allah’ın dininden ve “lâ ilahe illallah” şahadet cümlesinin ifadesinden dışarıya çıkmaktır.

Kendi kendine “Müslüman” diyen bu toplumların bazısı açıkça “laik” olduğunu, kesin olarak dinle hiçbir ilgisi olmadığını açıklıyor. Bazıları ise “dine saygılı” olduğunu ilan ediyor, fakat “gaybi” inkar ettiğini ifade ederek “ilmilik” ilkesinin dinle bağdaşamayacağını ileri sürüp sosyal düzenini “ilmilik” prensibine dayandırıyor. Bu, ancak bir cahilin ağzından çıkabilecek olan ahmakça bir saplantıdır.[14] [14] Bazıları ise egemenliği fiilen Allah’tan başkasına dayandırarak keyfine göre kanun koyar, sonra da Arkasından kendi keyfine göre koyduğu yasalara “bunlar Allah’ın şeriatıdır” der. bunların tümü, tek Allah’a kul olma ilkesine dayanmamakta ortak ve birbirinin aynısıdırlar.

Bu durum ortaya çıkınca, İslam’ın bu cahiliye toplumlarının tümüne karşı takındığı tavır, ayni cümle ile ifade edilebilir:

İslamiyet, kendi ölçüsüne göre bu tümünün İslamlığını, şeriata uygunluk iddialarını reddeder.

İslam bu toplumların taşıdığı çeşitli unvanlara, yaftalara ve ileri sürdükleri sloganlara bakmaz. bunların tümü bir tek gerçekte birleşir. O da bu toplumların hayat tarzının kamil manada tek Allah’a kul olma ilkesine dayanmamak. Bu yüzden bu toplumlar, diğer toplumlar gibi, ayni nitelikte, “cahiliye toplumu” olma niteliğinde birleşirler.

Bu gerçek bizi, son mesele ile karşı karşıya getırıyor. O mesele İslam’ın tüm beşer pratiğine nasıl bir metotla karşı çıkacağıdır. Bugün, yarin ve zamanın sonuna kadar. Burada “İslam Toplumunun Özelliği” ve her konuda tek Allah’a kul olma ilkesine dayandığı konusunda bu bölümün ilk yazısında anlattıklarımız bize yararlı olacaktır.

Bu özelliği tanımlamak şu soruyu kesin bir cevap teşkil eder. İnsan hayatıni dayandığı ve üzerine oturduğu kaynak nedir? Allah’ın dini ile bu dinin yaşama tarzı, metodu mu, yoksa şurada veya burada yürürlükte olan beşer pratiği mi?

İslam bu soruyu hiç duraksamaksızın ve tereddüt geçirmeksizin kesinlikle cevaplandirir. Tümü ile insan hayatının dayanacağı kaynak, Allah’ın dini ve O’nun yaşama tarzı olan “lâ ilahe illallah, Muhammed’ün Resulullah” şahadeti, bu kaynağın kaynak oluşu kabul edilmedikçe ne varolabilir ne de yerine gelmiş olabilir. Uygulamada Peygamberimizin rehberliğine dayanan tek Allah’a kul olma ilkesi, bu kaynağın benimsenmesi ve sonra da tereddütsüz duraksamasız olarak ona uyulması şartı ile gerçekleşebilir. Ulu Allah buyuruyor ki:

“Peygamber size ne getirdiyse onu kabul ediniz. Size neyi yasaklıyorsa onu yapmaktan vazgeçiniz.” [15] [15]

Sonra İslam “siz mi daha iyi bilirsiniz, yoksa Allah mi” diye soruyor! Bu soruyu da bizzat ulu Allah şöyle cevaplandırıyor:

“Allah bilir, siz bilmezsiniz. “ [16] [16]

“Size çok az bilgi verilmiştir.” [17] [17]

Bilen, yaratan kim ise O hükmeder. Yaşama tarzı, metodu olarak bildirdiği din de hayatın dayanağı olan temeldir. İnsanlığın pratiğine, nazariyelerine ve doktrinlerine gelince bunlar bozulmaya, sapmaya mahkumdur ve aslında bilgi sahibi olmayan ve kendilerine çok az bilgi verilen insanların bilgisine dayanır.

Allah’ın dini, anlaşılmaz ve bulanik değildir. Onun hayat tarzı, metodu belirsiz değildir. O şeyhadet cümlesinin ikinci kısmı olan “Muammedün Resûlullah” cümlesi ile sinirlandirilmiş-tir. O temel konularda Peygamberimiz tarafından tebliğ edilen delillere bağlıdır. Eğer Peygamberimizin tebliğinde, hüküm delile bağlıdır, delile rağmen ictihad söz konusu değildir. Eğer Peygamberimizin tebliğinde delil bulunmazsa, istek ve arzulara göre değil, bizzat Allah’ın metodunda belirtilen ilkeler uyarınca ictihadin fonksiyonuna ira gelir. Ulu Allah buyurur:

“Eğer bir konuda anlaşmazliğa düşerseniz, onu Allah’a ve Resûlüne havale ediniz.” [18] [18]

İctihad ve istinbat için kaul edilen metot da belirli ve bilinen bir şeydir, bulanık ve belirsiz bir tarafı yoktu. Otorite kaynağı halk, parti veya başka bir beşeri merci değil de Ulu Allah olmadıkça, yüce egemenliğin sırf Allah’a mahsus olduğu açıkça bildirilmedikçe hiç kimse kendi koyduğu yasaya “bu Allah’ın şeriatıdır, Allah’ın koyduğu yasadır” diyemez. Bu temel şartla birlikte Allah’ın muradını bilmek için, O’nun kitabına ve Resûlünün sünnetine başvurmak gerekir. Bir zamanların Avrupa’sında bilinen “Teokratik” sistemde görüldüğü gibi Allah adına egemenlik sürmek isteyenler de kendi koydukları yasalara “bunlar Allah’ın şeriatıdır, Allah’ın koyduğu yasalardır” diyemez. İslam’ın böyle bir şeyle hiç bir ilgisi yoktur. Allah’ın Resûlünden (sa.) başka hiç kimse Allah adına konuşamaz. Allah’ın şeriatını, ancak belirli deliller ortaya koyar.

“Pratik Dini” deyimi yanlış anlaşılıyor, yanlış da kullanılıyor. Evet bu din pratik içindir. Fakat hangi pratik!

Bu dinin insan fıtratının her yönü ile bağdaşan ve yarattıklarını herkesten iyi tanıyan yaratıcının belirttiği ihtiyaçları karşılayan kendi metodu uyarınca meydana getirdiği pratik tabii. Yüce Allah buyuruyor:

“Yaratıcı hiç bilmez olur mu? Oysa ki; O lütfedicidir ve her şeyden haberdardır.” [19] [19]

Din, nerede olursa olsun, pratiği onaylamak, onda kendisini destekleyecek bir dayanak aramak, ondan iğreti bir yafta gibi göğsüne asacağı bir meşruluk belgesi sağlamak için pratiğin karşısına çıkmaz. Pratiğin karşısına ancak onu kendi terazisinde tartarak onaylayacağı kısmını onaylayıp reddedeceği kısımlarını reddetmek ve eğer varolanı benimsemiyorsa başka bir pratik meydana getirmek için çıkar. Asil pratik, onun tarafından meydana getirilen pratiktir. İşte İslam “pratiğin dinidir” sözünün anlamı budur, daha doğrusu, doğru olarak böyle anlaşılması gerekir. Burada şöyle bir soru sorulabilir. İnsanların pratiğini, belirleyecek olan onların yararı değil midir?

İslam’ın kendi kendine ileri sürüp cevaplandırdığı soruya dönelim: “Siz mi bilirsiniz, yoksa Allah mi?”. “Bilen Allah’tır, siz bilmezsiniz.”

İnsanoğlunun yararı Allah’ın indirdiği ve Allah Resulünün tebliğ ettiği şeriatın güvencesi altındadır. Günün birinde insanlar yararlarını Allah’ın indirdiği şeriata karşı çıkmakta görürlerse, her şeyden önce onlar bu kanaatlerinde yanılgıya düşmekte ve saplantılarına kapılmaktadırlar. Ulu Allah buyuruyor ki:

“Onlar sadece zanna ve nefislerin kışkırtmalarına uyarlar. Oysa ki, kendilerine, Rablerinden hidayet inmiştir. İnsanın dilediği mi olacak yoksa? Halbuki Ahiret de Dünya da Allah’ındır.” [20] [20]

Onlar aynı zamanda “kafir”dirler de. Hiç kimse, Allah’ın şeriatına ters düşen şahsı görüşünün yararlı olduğunu iddia ettikten sonra bir saniye bile bu dinde kalamayacağı gibi bu dinin mensubu da sayılamaz.

[1] Yusuf, 40

[2] Nisa, 80



[3] Nahl, 51-52

[4] En’am, 162- 163

[5] Şura, 21.

[6] Haşr, 7.

[7] Tevbe, 30.

[8] Maide, 73.

[9] Maide, 64.

[10] Maide, 18.

[11] Tevbe, 31.

[12] Maide, 44.

[13] Nisa, 60-65.

[14] “Fi Zilal-il Kurân’ın yedinci cüzünde “gaybın anahtarları O’nun katındadır, onları O’ndan başka hiç kimse bilmez” mealindeki ayeti tefsir ederken söylenenlere bakınız. -Seyyid Kutub-

[15] Haşr, 7.

[16] Nur, 19.

[17] İsra, 85.

[18] Nisa, 59.

[19] Mülk, 14.

[20] Necm, 23-25

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder