25 Aralık 2014 Perşembe

3. Müslüman Cemiyetin Doğuşu ve Özellikleri

Peygamberimizin (sa.) eliyle gerçekleşen İslam’a çağrı hareketi, hiç şüphesiz, peygamberler manzumesi önderliğinde yürütülen çağrı zincirinin son halkasını meydana getirir. İnsanlık tarihi boyunca süren bu çağrının tek bir hedefi vardır: İnsanlara tek ilahlarını, Hak Rablerini tanıtmak, herhangi bir yaratılmışa tapmayı reddederek ortaksız Allah’a kul olmalarını benimsemek.



Kısa süren, bazı dönemlerdeki belirli sayıda kimseler dışında insanlar, uluhiyet esasını ve Allah’ın varlığını, kesinlikle inkar etmiş değillerdi. Onlar ortaksız Rablerini gerçeğe uygun şekilde tanımakta hataya düşüyorlar veya Allah’a başka ilahlar ortak ediyorlardı. Bu ortak koşma, ya inanç ve ibadet bakımından veya egemenlik ve bağlılık açısından olabiliyordu. Bu ortak koşmaların her iki türlüsü de Peygamberler aracılığı ile tanımış oldukları, fakat zaman geçtikçe eski cahiliye dönemlerine dönerek inkar etmiş oldukları Allah’ın dininden çıkarcı birer şirktir. Böylece insanlar ya inanç ve ibadet alanında veya bağlılık ve egemenlik noktasında veyahut her ikisi konusunda yeni baştan Allah’a ortak koşma sapıklığına dönüyorlardı.

Tarihin akışı içinde Allah’a dâvetin özelliği budur. Bu dâvet “teslim” olmayı amaçlar. Kulların Rablerine teslim olmasını… Hayatın her gelişmesi karşısında kulları egemenlik konusunda, şeriat konusunda, değer ölçüleri konusunda, gelenekler konusunda kulların boyunduruğundan çıkarıp ortaksız Allah’ın hakimiyetine ve şeriatına vermek suretiyle onları kula kul olmaktan tek Allah’ın kulu olma statüsüne çıkarmak… İslam, daha önceki peygamberler döneminde olduğu gibi, Peygamberimiz (sa.) vasıtası ile de bu davayı ileri sürmüştür.

İslamiyet, insanları, kendilerini kuşatan tüm varlık âleminde olduğu gibi Allah’ın hakimiyetine bağlanmaya çağırmak için gelmiştir. Varlığın tümünü yöneten otoritenin onların hayatını da yöneten otorite olması gerekir. Onlara tanıtılan varlığın tümünü çekip çeviren metot, otorite ve plandan başkası değildir. Hatta, hayatlarının irade dışı kesimini çekip çeviren metot, otorite ve plan da aynıdır.

İnsanlar doğumlarında, gelişmelerinde, sağlıklarında, hastalıklarında, hayatlarında ve ölümlerinde Allah’ın yarattığı bir takım fıtri kurallara mahkumdurlar. Sosyal hayatlarında ve tercihe dayalı hareketlerinin sonucu olarak beliren gelişmelerde de yine aynı kanunlara mahkumdurlar. Onlar varlığın tümünü yöneten kuralları nasıl değiştiremezlerse kendileri ile ilgili olan bu konularda da ilahi sünneti (usûlü) değiştiremezler. Buna göre, gerek hayatlarının iradeye dayalı kesimi ile fıtri kesimi arasında, gerekse iradi ve fıtri kesimleri ile varlıklarının tümü ve diğer varlık bütünü arasında koordinasyon sağlayabilmek için hayatlarının iradeye dayalı kesiminde İslam’a yönelmiş, böylece her kesimde Allah’ın şeriatını tek hakim güç halinde kabul etmiş olmalıdırlar. (Bu konuda daha geniş bilgi edinmek için Mevdudi’nin “Mebadi-il İslam (İslam’ın ilkeleri) adlı eserine başvurunuz.)

İnsanın insan üzerine egemenlik kurması esasına dayanan ve bu noktada insani varlık bütününü çekip çeviren gelenekten ayrı farz eden, insan hayatının iradi ve fıtri kesimleri arasında çelişki olduğunu kabul eden cahiliye düşüncesi yok mu? İşte ortaksız Allah’a teslim olmaya çağıran bütün peygamberler gibi Peygamberimizin (sa.) de karşısına dikildiği zihniyet budur.

Bu cahiliye zihniyeti, soyut bir “nazariye” şeklinde ortaya çıkmaz. Hatta çoğu dönemlerde şu veya bu ölçüde bir nazariyesi bulunmaz bile. O her zaman harekete dönük bir toplumda temsil edilir. Bu cemiyetin önderliğine, kavramlarına, değer yargılarına, geleneklerine ve âdetlerine yön vererek o cemiyette temsil edilir. Söz konusu cemiyet etki-tepki ilişkileri içinde gelişen, koordineli, fertleri arasında bağlılık ve yardımlaşma ilkelerinin geçerli olduğu organik bir bütündür. Bu durum, o cemiyeti, -şuurlu veya şuursuz olarak- varlığını korumaya, bütünlüğünü savunmaya, ne şekilde olursa olsun, varlık ve bütünlüğünü tehdit eden unsurları yok etmeye yöneltir.

Cahiliye zihniyeti soyut bir “nazariye”de değil de böylesine eyleme dönük bir cemiyet tarafından temsil edildiği için, bu zihniyeti ortadan kaldırıp insanları yeniden Allah’a bağlamak dâvasının soyut bir nazariyede temsil edilmesi ne doğrudur ve ne de yararlıdır. Çünkü böyle bir tutum, fiilen yürürlükte olan, harekete dönük ve organik bir toplumda temsil edilen cahiliye zihniyeti ile boy ölçüşmeye denk olmaz. Oysa ki, fiilen yürürlükte olan bir varlığı ortadan kaldırıp yerine özellik, metot, esas ve detaylar bakımından taban tabana zıt olan bir başka varlığı yürürlüğe koyabilmek için, ileri sürülecek varlığın üstün olması gerekir. Açıkçası böyle bir girişimin, nazari (teorik) ve pratik dayanakları, fertleri arasındaki bağlılık, yakınlık ve tutkunluk bakımından, fiilen yürürlükte bulunan cahiliye cemiyetinden daha güçlü ve organik bir toplumda temsil edilmelidir.

Tarihin akışı boyunca İslam’ın temel dayanağı, “lâ ilâhe illallah” hükmüne şahadet etmek olmuştur. Yani ulûhiyet, rububiyet, mutlak varlık, otorite ve hakimiyet mercii olma bakımından Allah’ı tek bilmek… Yüreklerde inanç, davranışlarda ibadet ve pratik hayatta şeriat olarak bu konularda O’nun tekliğine dayanmak… Buna göre “lâ ilâhe illallah” hükmüne şahadet etmek, şeriat uyarınca ancak bu olgun biçimi ile varolabilir. Ancak bu biçimde bir varoluş gerek Müslüman’ın ve gerekse Müslüman olmayanın ele alışında ona itibar, ağırlık ve ciddi bir mevcudiyet kazandırabilir.

Nazari (teorik) açıdan bu kuralı yerleştirmenin mânası İnsanların tüm hayat kesimlerinde Allah’a dönmeleri, onun hiçbir kesiminde ve hiçbir yönünde kendilerine hüküm vermeyip, her alanda Allah’a uymak üzere O’na yönelmeleridir. Allah’ın hükmünü de kendilerine ulaştıran tek bir kaynaktan öğrenmelidirler. Bu tek kaynak da Allah’ın Resulü’dür. İşte bu esas, İslam’ın ana temeli olan şahadet cümlelerinin ikincisi olan “Hz. Muhammed’in Allah’ın Resûlü olduğuna şahadet etmek” cümlesinde ifade edilmektedir.

İslam’ı temsil eden ve ona dayanak olan nazari temel budur. Bu temel, hayatın tüm kesimlerinde uygulanınca eksisiz bir yaşama metodu meydana çıkarır. Müslüman bu metot sayesinde gerek İslam içinde gerek dışarıya karşı, gerek Müslüman cemiyet içindeki ilişkilerde ve gerekse Müslüman toplumun diğer toplumlarla olan ilişkilerinde sosyal ve bireysel hayatın tüm detaylarına cevap verir.

Fakat, dediğimiz gibi, isteyenin inanç olarak benimseyip ibadet olarak uygulayacağı ve bunun ötesinde bağlılarının, harekete dönük ve fiilen yürürlükte olan, organik bir cahiliye toplumu içinde tek tek fertler halinde kalacağı, soyut bir “nazariye” halinde temsil edilemez. Çünkü onların bu tarz varlığı, sayıları ne kadar çok olursa olsun, İslam’a “fiili bir varlık” kazandıramaz. Çünkü organik cahiliye cemiyeti ile kaynaşan “nazari yönden Müslüman” fertler, bu organik toplumun isteklerine uymaya her zaman, kesinlikle, mecbur kalacaklardır. Bilerek, bilmeyerek, isteyerek veya istemeyerek bu toplumun varlığı için gerekli olan ihtiyaçları karşılama yolunda, onun varlık ve bütünlüğünü tehdit eden etkenleri bertaraf etme yolunda hareket edeceklerdir. Çünkü organik varlık, isteseler de istemeseler de mensuplarına bu görevleri yaptırır.

Buna göre, “nazari yönden Müslüman” fertler, “nazari” olarak ortadan kaldırmaya uğraştıkları cahiliye toplumunu “fiilen” güçlendirmeye devam edeceklerdir. Onun yapısı içinde, onu varlık ve devamlılık sağlayan unsurlarla beslemeye devam eden birer canlı hücre olacaklardır. Yetkilerini, uzmanlıklarını ve girişimlerini bu cemiyet yaşasın ve güçlensin diye kullanacaklardır. İslami bir cemiyet kurabilmek için, bu cahiliye cemiyetini yıkma istikametinde ilerlemeleri gerekirken, bu böyle olacaktır!

Bu yüzden, daha ilk adımda, İslam’ın nazari temelinin (yani İslam inancının) harekete dönük ve organik bir toplumda temsil edilmesi kaçınılmazdır. İslam’ın ortadan kaldırmayı amaçladığı eyleme dönük ve organik cahiliye toplumundan kopuk ve bağımsız olan, cahiliye cemiyetinden ayrı, bir başka harekete dönük ve organik bir cemiyet meydana getirmek kaçınılmaz bir şarttır.

Yeni toplumun ekseni, örneğini Peygamberimizin (sa.) şahsında ve ondan sonra gelerek insanları ortaksız Allah’ın rubûbiyetine, ortaksız varlığına, hakimiyetine, otoritesine ve şeriatına döndürmeyi gaye edinen İslami önderliklerde bulan yeni bir yönetim olmalıdır. Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Hz. Muhammed’in O’nun kulu ve resûlü olduğuna şahadet eden herkes içinden kopup geldiği cahiliye cemiyetine bağlılıktan ve o cemiyetin yönetiminden sıyrılmalıdır. Bu bağlılık isterse kahinler, sihirbazlar, yalancı gayp habercileri ve inanç sömürücüleri eli ile yürütülen dini bir yönetime karşı olsun, isterse Kureyş kabilesinde olduğu gibi, siyasi, içtimai ve iktisadi sahalarda söz sahibi bir yönetime karşı olsun. Bu kimseler bağlılıklarını eyleme dönük ve organik yapılı yeni İslam toplumuna ve onun Müslüman yönetimine hasretmelidirler.

Müslüman’ın İslam’a ilk giriş adımını atarken, Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Hz. Muhammed’in O’nun kulu ve resulü olduğuna şahadet getirir getirmez bu esası gerçekleştirmesi gerekir. Çünkü ancak böylelikle İslami bir toplum meydana gelebilir. Böyle bir toplum organik, dayanışmalı, tutkun, bağımsız ve başlı başına varolan canlı bir varlık gibi organları bütünün yaşaması, derinlere kök salip genişlemesi için çalışan, varlığına kasteden tehditlere karşı kendini savunan bir cemiyetle temsil edilmemiş tek tek fertlerin kalplerinde barınan soyut bir inanç temeli sayesinde gerçekleşemez. Söz konusu fertlerin sayısı ne kadar çok olursa olsun. Belirtilen organik fonksiyonlar, cahiliye yönetiminden bağımsız, fertlerinin hareketlerini düzenleyip koordine eden, onları İslami varlıklarını derinleştirmeye, genişletmeye ve kökleştirmeye yönelten, cahiliyeye karşı direnip onun kökünü kazımaya sevk eden bir yönetim altında işleyebilir.

İşte İslâm, öz, fakat zengin ideolojik temele dayalı olduğu gibi aynı zamanda bu inanç temeline bağlı, cahiliye toplumundan bağımsız ve ona karşı olan organik ve harekete dönük cemiyette temsil olunabilir. Yoksa pratik bir varlıktan mahrum bir “nazariye” şeklinde bulunamaz. Onun yeni baştan bir daha ortaya çıkması da böyle olur. Nerede ve zaman olursa olsun, İslam’ın eyleme dönük ve organik doğuş mantığına uymaksızın, cahiliye cemiyetinin gölgesi altında onu yeniden kurmak mümkün değildir.

Belirtilen metodun temeli üzerinde Müslüman bir ümmet kurmak, bu ümmetin varlığını organik ve harekete dönük bir topluma dayandırmak ve bu inancı bu toplumun kaynaştırıcı harcı haline getirmek isteyen İslam, sadece “insanın insanlık yönünü ortaya çıkarmayı, ayrıca onu güçlendirip yerleştirmeyi teşkil eden diğer unsurların üzerine çıkarmayı amaçlamıştır. Bu yolda bütün kurallarında, öğretilerinde, şeriatında ve hükümlerinde kullandığı değişmez metot uyarınca yürümektedir.

İnsan yapısı hayvan yapıları ile, hattâ maddi varlıkların yapıları ile ortak nitelikleri taşır. Bu yüzden bazı “bilgili cahiller” onu baban hayvan ve baban da cansız maddeler gibi bir madde sanmışlardır. Fakat o, hayvan ve cansız maddeler ile ortak olan nitelikleri yanında kendini onlardan ayırıp bağımsız bir varlık olmasını sağlayan özelliklere de sahiptir. Nitekim sözü edilen “bilgili cahiller” boyunlarını büken bu gerçekleri, samimiyet ve açıklıktan yoksun ifadeleri ile itiraf etmek zorunda kaldılar. (Bunların başında Yeni Darvincilerden biri olan Julian Huiley gelir)

İslam sistemi bu alanda göz kamaştırıcı pratik sonuçlar elde etmiştir, ırk, bölge, renk, dil, kısa vadeli menfaat ve anlamsız coğrafi sınıf bağlarına dayanan değil de, sırf inanç bağına dayanan bir İslam birliği kurmuştur. Bu geniş çaplı toplumda insan ile hayvan arasındaki ortak nitelikleri arka plana atarak “insanı insan yapan” özellikleri ön plana çıkarmış, geliştirip, yüceltmiştir. Bu sistemin pratik hayata yansıyan göz kamaştırıcı sonuçlarının başlıcaları şunlar oldu: İslam toplumu bütün ırklara, renklere ve dillere kucak açan “açık” bir toplum oldu. İnsan grupları arasındaki bütün “hayvan” kökenli basit birleşme engellerini ortadan kaldırdı. Böylece bütün ırklardaki insanı insan yapan özellikler ve yetenekler İslam potasına aktı. Söz konusu yetenekler ve özellikler bu potada eriyip kaynaştıktan sonra, oldukça kısa bir süre içinde üstün bir organik sentez meydana getirdi. Bu homojen, uyumlu ve şaşırtıcı insan kütlesi, bölgeleri arasındaki mesafelerin uzaklığına ve zamanın ulaşım imkanlarının yetersizliğine rağmen çağındaki tüm insanlık enerjilerinin özünü içeren parlak ve büyük bir uygarlık kurdu.

“Bu üstün toplumda Arabı, Türkü, İranlısı, Şamlısı, Mısırlısı, Kuzey Afrikalısı, Endonezyalısı, Afrikalısı, bunlar gibi daha birçok ırktan insan bir araya geldi. Bu ırkların aynı potada toplanan yetenekleri dayanışmalı ve uyumlu bir çalışma ile İslam toplumunu ve İslam uygarlığını kurdu. Bu uygarlık hiçbir zaman “Arap uygarlığı” olmadı, “İslam uygarlığı” oldu; hiçbir zaman “ırk” damgası taşımadı, her zaman “inanç” damgası taşıdı.

Bu insanların tümü eşitlik ilkesi uyarınca, sevgi bağı etrafında kaynaşarak ve aynı amaca yönelerek bir araya gelmişler, hepsi yeteneklerini son noktasına kadar kullanmışlar, ırklarının en köklü özelliklerini harekete geçirmişler, kişisel, ırki ve tarihi bütün tecrübelerini ortaya dökmüşler. Böylece ortak bir toplum kurmuşlar. Hepsi bu toplumun eşit üyesi idiler. Bu toplumdaki yegane birleştirici bağları tek olan Allah’ları ile ilgili idi. Bu toplumda sadece “insan”lıkları, engelsiz olarak ön planda idi. Bu kadar zengin sosyal birikim, tarih boyunca hiçbir toplumda bir araya gelmemiştir.

Örnek verecek olursak, eski çağların en ünlü beşeri birleşme hareketi, Roma imparatorluğu idi. Bu imparatorluğun yapısında birçok ırklar, birçok diller, birçok renkler ve birçok kültür sentezleri bir araya gelmişti. Fakat bütün bunları kaynaştıran bağ “insana özgü sosyal bağ” değildi, bütün bu değişik unsurlar “inanç” gibi yüce bir değerin potasında eritilmemişti. Bu imparatorlukta bir yandan sosyal sınıf ilkesine dayalı birlik vardı. Bir tarafta aristokratlar ve öbür tarafta köleler sınıfı vardı. Bu imparatorluk aynı zamanda ırkçılık ilkesine dayanıyordu; genel olarak Roma ırkından gelenler yönetici, öbür ırklar ise köle konumunda idi. Bu yüzden bu imparatorluklar hiçbir zaman İslam toplumunun ulaştığı birleşme ufkuna varamadı ve asla İslam birliğinin verdiği meyveyi veremedi.

Yakın tarihte de başka ‘birleşme’ örnekleri görüldü. Mesela Britanya İmparatorluğu bunların başlıcalarından biridir. Fakat bu birlik, mirasçı olduğu Roma İmparatorluğu gibi, ırkçı ve sömürgeci bir birliktir. Yapısı İngiliz ırkının efendiliğini, egemenliği ve sınırları içindeki diğer milletlerin sömürülmesi ilkesine dayanır. Avrupa’da kurulan diğer tüm imparatorluklar da böyledir. Bir zamanların İspanya İmparatorluğu, Portekiz İmparatorluğu gibi. Hepsi aynı geri, çirkin ve iğrenç düzeye takıldı kaldı.

Komünizm millet, ırk, yurt, dil ve renk engellerini aşan, başka bir birlik türü kurmak istedi. Fakat komünizm, bu birliği her yönü ile “insana yaraşır” bir temele değil “sınıf” temeline dayandırdı. Bu birlik eski Roma birliğinin bir başka türlüsü oldu. Roma birliği “Aristokrat” zümrenin egemenliğine dayandığı halde komünist birlik “proletarya”nın yani işçi sınıfının egemenliğine dayanıyor, birliğin egemen motifi, toplumun diğer sınıflarına karşı duyulan kara bir kin duygusudur.

Böylesine basit amaçlı ve kin motifli bir birlik, insan denen varlığın en kötü duygularını dışa yansıtmaktan başka bir sonuç veremez. Bu birlik ilke olarak insanın sadece hayvani sıfatlarını ön plana çıkartma, onları geliştirip kökleştirme esasına dayanıyor. Ona göre insanın “temel istekleri” beslenme, konut ve cinsiyet içgüdüsüdür. Oysa bunlar, “temel hayvansal içgüdüler”dir. Zaten komünizme göre insanlık tarihi “ekmek peşinde koşma” tarihidir.

İslam, insanı insan yapan en öncelikli nitelikleri ön plana çıkarmayı, kurduğu insani toplumda bunları geliştirip yüceltmeyi amaçlayan ilahi sistemi ile bütün diğer sosyal birleşme biçimlerinden apayrı olmuştur ve apayrı olma niteliğini sürdürmektedir. Bu sistemi bırakıp başka sisteme sapanlar; ırk, milliyet, toprak, sınıf gibi değişik ilkelere dayanan ve kokuşmuş komünist düzene kadar varan değişik temellere dayalı başka sistemler arayanlar, gerçekten “insan” düşmanlarıdırlar. Bunlar insanın, evrende Allah tarafından yaratıldığı gibi, yüce insan toplumunun, yapısını oluşturan milletlerin becerilerinden, yeteneklerinden ve tecrübelerinden kaynaşma ve uyum içinde yararlanmasına razı olmayan kimselerdir.

Yüce Allah’ın haklarında şöyle buyurduğu kimseler de onlardır:

“De ki, amel yönünden en çok hüsrana uğrayanlar kimlerdir, size bildirelim mi? Dünya hayatı boyunca emekleri boşa gittiği halde iyi işler yaptıklarını sananlardır. Rablerinin âyetlerini ve O’nun huzuruna çıkmayı inkar edenler onlardır. Bu yüzden işledikleri amelleri boşa gitmiştir. Kıyamet günü onları tartıya koymayız bile… İşte onlar kâfir oldukları ve ayetlerimiz ile Peygamberlerimizi alaya aldıkları için cezaları cehennemdir” (Kehf, 104-106)

Hiç, şüphesiz, Ulu Allah’ın buyurduğu, en doğrudur.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder