24 Aralık 2014 Çarşamba

7. Medeniyet Sadece İslam’dır!

İslamîyet, yalnız iki çeşit Toplum tanır: İslam Toplumu ve Cahiliye Toplumu.

“İslam Toplumu” inanç, ibadet, yasa, sosyal düzen, ahlak ve davranış olarak içinde İslam’ın uygulandığı toplumdur. “Cahiliye Toplumu” ise içinde İslam’ın uygulanmadığı, İslam inancının, İslam düşüncesinin, İslamî değer hükümlerinin, İslamî ölçülerin, İslam düzeninin, İslam’a ait hukuk sisteminin, İslam ahlak ve davranış tarzının hükmetmediği toplumdur.



İslam toplumu, Allah’ın şeriatını kendine kanun edinmediği halde kendilerine “Müslüman” sıfatını yakıştırmış olan insanların teşkil ettiği toplum değildir. Bu toplum isterse namaz kılsın, oruç tutsun ve Beytü’l Haram’ı ziyaret etsin. İslam toplumu bir takım kimselerin Allah’ın belirlediği ve Peygamberimizin açıkladığı ilkeler sistemi dışında keyiflerine göre uydurup “Modern İslamîyet” adı altında ortaya koydukları şey de değildir!

“Cahiliye Toplumu” hepsi de aynı ortak niteliği taşımak üzere çeşitli şekillerde ortaya çıkabilir. Bu toplum, Allah’ın varlığını tanımayan, tarihi, diyalektik ve materyalist açıdan yorumlayan ve sosyal düzen olarak “Bilimsel Sosyalizm” adını verdiği bir modeli uygulayan bir toplum olabilir. Bazen da Ulu Allah’ın varlığını inkar etmeyen, fakat O’nu yeryüzü egemenliğinden azlederek yalnız göklerdeki egemenliğini onaylayan, böylece hayat düzeninde O’nun şeriatını uygulamayan ve insan hayatı için değişmez olduğunu buyurduğu değerleri geçerli saymayan, havralarda, kiliselerde ve mescitlerde ibadet etmeyi insanlara mubah görürken sosyal hayatta Allah’ın şeriatının hükmetmesini istemeyi yasaklayan bir toplum olarak da karşımıza çıkabilir. Bu toplum, böylece, Allah’ın yeryüzü üzerindeki hakimiyetini, ya inkar etmekte veya askıya almaktadır. Oysa, Ulu Allah aşağıdaki ayet-i kerime ile bu hakimiyetin kesinliğini bildirmektedir.

“O, gökte de, yeryüzünde de ilah olandır.” [1]

Bu yüzden söz konusu toplum, aşağıdaki ayet-i kerimenin belirlediği “Allah’ın din”inde değildir.

“Egemenlik yalnız Allah’a mahsustur. O sırf kendisine kul olmanızı emretti. Dosdoğru din budur.” [2]

Bu toplum, her ne kadar Allah’ın varlığını tanısa da, her ne kadar insanların havralarda, kiliselerde ve mescitlerde ibadet etmelerini serbest bıraksa da bu yüzden cahiliye toplumudur.

“İslam Toplumu” bu niteliği ile, tek olarak “Uygar Toplum”dur. Cahiliye toplumları ise bütün çeşitleri ile geri toplumlardır. Bu önemli gerçeği açıklamak gerekir.

Bir zaman basılmakta olan kitabım hakkında “Uygar İslam Toplumuna Doğru” adı altında ilan vermiştim. Bir sonraki ilanda, konusuna uygun olarak kitabın adının “İslam Toplumuna Doğru” olmasını yeterli görerek daha önceki isimde “Uygar” kelimesini çıkardım.

Bu isim değişikliği yazılarını Fransızca yazan bir Cezayirli yazarın nazarı dikkatini çekti. Bu isim değiştirme işlemini “psikolojik bir savunma tavrı” diye niteledi. Bu şuursuz tavrın beni meselenin gerçek yüzü ile karşı karşıya gelmekten alıkoyduğunu ileri sürerek davranışımdan esef duyduğunu belirtti.

Ben o yazarı mazur görüyorum. Önceleri ben de onun gibi düşünüyordum. İlk defa olarak bu konuda yazı yazmayı düşündüğüm zaman. O zaman kafamı kurcalayan mesele, şimdi onunkini kurcaladığı gibi “Uygarlığın Tarifi” meselesi idi. Psikolojik ve akli yapımı henüz kültür tortularının baskısından kurtaramamıştım. Bu tortular, İslam anlayışı ile bağdaşmayan, yabancı kaynaklardan geliyordu. Ne var ki, bu tortular görüş açımı karartıyor, böylece beni köklü ve açık bir görüşe ulaşmaktan alıkoyuyordu.

Sonra mesele aydınlandı. “Uygar Toplum” sadece “İslam Toplumu” idi. Buna göre “Uygar” deyimi, hiç de yeni şey ifade etmeyen boş bir sözdü. Tersine, bu kelime benim görüş açımı bulandırarak köklü ve açık bir kanaate sahip olmamı engelleyen söz konusu yabancı ve İslam düşüncesi ile bağdaşmaz bulutların okuyucunun zihnini bulandırmasına yol açardı.

Demek ki, tartışma uygarlığın tarifinden doğuyordu. Şu halde bu gerçeği açığa kavuşturmak kaçınılmazdır...

Bu toplumda yüce egemenlik, ilahi şeriatın geçerliliği şeklinde sırf Allah’a ait olunca (…) Kanun koyan Rabler ve bu kanunlara uyan kullar diye ikiye ayrılan bir toplumda, gerçek manada insan hürriyetinin, insan onurunun varlığından söz edilemez.

Bu tutum, insanın gerçek ve kamil manada kula kulluktan kurtulduğu biricik model olur. Bu model, aynı zamanda “İnsani uygarlık” deyiminin pratiği de olur. Çünkü insan uygarlığı, insanın gerçek kurtuluşu ve toplumdaki her ferdin mutlak onur sahibi olması ilkesine dayanmayı gerektirir.

Bir adım daha ileri giderek şeriat getirmek demenin, şeriat teriminin günümüzdeki dar anlamında anlaşıldığı gibi, sadece kanun koymak demek olmadığını belirtelim: Düşünce tarzları, yaşama tarzları, değer hükümleri, ölçüler, gelenek ve görenekler, bunların tümü fertlerin baskısına boyun eğdiği ve şeriat sunmak teriminin kapsamı içinde görülmesi gereken unsurlardır. İnsanların bir kısmı geri kalanlar üzerinde bu konularda baskı uygular da toplumun bir kısım fertleri bu baskılara boyun eğerse, o toplum hür bir toplum olmaz. O, daha önce belirttiğimiz gibi, bir kısım efendi, ulu ve geride kalanların onlara kul olduğu ve bu yüzden “geri kalmış” sıfatını taşıyan, yada İslamî terimle bir “Cahiliye Toplumu”dur.

İslam toplumu ise, tek ilahın egemenliğini benimsemiş ve insanlarını kula kul olmaktan kurtararak tek Allah’ın kulu olmaya yüceltmiş olan yegane toplumdur. Böylece İslam toplumunun bireyleri, insan uygarlığının temel dayanağı olan ve Allah’ın takdiri olan insan onurluluğunu temsil eden gerçek ve kamil manada kurtuluşa kavuşmuş olurlar. Çünkü Allah (cc.) insanı yeryüzündeki kendi halifesi olarak ilan ediyor ve onu yüce toplumun üyesi sayarak şereflendiriyor.

Bir toplumda birleşmenin temel taşı, inanç, düşünce biçimi ve yaşama tarzı olunca, bunların tümü de kulun kula kulluğunu temsil edecek yeryüzü menşeli Rablere değil de, insanın yücelik ve üstünlüğünü temsil etmek üzere tek Allah’a dayanırsa, bu birlik insanın en üstün özelliği olan ruh ve fikir özelliğini temsil etmiş, ön plana çıkarmış olur. Fakat bir toplumda birleşmenin temel taşı milliyet, deri rengi, ırk ve toprak parçası ve bunlara benzer bağlar olursa milliyetin, deri renginin, ırkın ve toprak parçası ortaklığının insanın yüce özelliklerini temsil edemeyeceği meydandadır.

Çünkü insan, milliyet, deri rengi, ırk ve toprak parçası (coğrafya) ortaklığı ötesinde ve dışında yine insan olarak kalır, ama şuh düşünceden uzaklaşmış, mahkum olmuş bir insan düşünülemez. Ayrıca insan, sırf hür iradesine dayanarak inancını, düşünce biçiminin görüş açısını ve hayat tarzını, metodunu değiştirebilir. Fakat milliyetini, derisinin rengini değiştiremez. Hangi ırkın çocuğu olarak ve hangi sınırları çizilmiş toprak parçası üzerinde doğacağını tayin edemeyeceği gibi… Buna göre, bireyleri hür iradelerine ve şahsi tercihlerine dayanan bağlar etrafında bir araya gelen toplumlar, uygar toplumlardır. Buna karşılık, bireyleri kendilerine insan niteliğini kazandırmış olan iradelerinin dışında kalan bağlar etrafında bir araya gelmiş olan toplumlar, geri kalmış, İslam terimi ile “Cahiliye Toplumları”dırlar.

Sadece İslami toplum, bir araya gelişin temel bağı olarak inanç birliğini görür. Yine sadece İslam toplumunda inanç birliği, kara derili, beyaz derili, kızıl derili, sarı derili, Arap, Türk, Rum, Kürt, Fars, Afgan, Habeşi ve diğer milliyetlere mensup tüm yeryüzü insanlığını kaynaştırıp tek bir ümmet haline getiren bir milliyet anlayışıdır. İslam toplumunda bütün bu değişik kaynaklı insanların Rabbi Allah’tır ve onların hepsi sırf O’na kulluk sunarlar. Aralarında üstünlük takvaya dayanır. Onların hepsi kul düzmesi olmayan ilahi şeriatın emirlerinde bir araya gelen eşit statüye sahip kardeşlerdir.

Bir toplumda insanın “insan oluşu” en yüce değer olarak kabul edilince, orada sadece insani özellikler onur ve şeref gerekçesi sayılınca bu toplum uygar toplum olur. Buna karşılık ister Marksist, tarihi materyalist nazariye biçimi ile isterse maddi üretimi, uğrunda her türlü insani değerin feda edilebileceği bir yüce değer olarak kabul eden Amerika, Avrupa ve benzeri toplumlarda görülen “maddi üretim” modeli şeklinde olsun, bir toplumda “madde” en yüce değer sayılırsa bu toplum “Geri kalmış bir toplum” İslam terimi ile “Cahiliye toplumu”dur.

Uygar toplum, başka bir deyimle İslam toplumu, ne içinde bulunduğumuz kainatın yapı taşı oluşu, hem etkilediğimiz ve hem de etkisi altında kaldığımız bir realite olmak itibari ile nazari olarak ve ne de “maddi üretim” modeli olarak maddeyi küçümsemez. Çünkü maddi üretim, yeryüzünde Allah’ın halifesi olmanın gerekçelerinden biridir. Fakat İslam toplumu maddeyi, gerek insani özellik ve ilkelerin, gerek fert hürriyeti ile onurunun, gerek “aile” kurumu ile onun dayanaklarının ve gerekse cemiyetin ahlakı ile kanunların feda edileceği bir yüce değer olarak kabul etmez.

Bir toplumda “insani değerler” ve “insani ahlak” toplum varlığını ayakta tutan üstün değerler olunca o toplum uygar toplum olur. İnsani değerler ile insani ahlak ilkeleri maddeci tarih yorumunun ve “bilimsel sosyalizm”in sandığı gibi, hiç bir zaman olduğu gibi kalmayan ve hiç bir kaynağa dayanmayan, değişken başkalaşmaya eğilimli prensipler de değildir.

Ahlak ve değer hükümleri insanda kendisini hayvandan ayırıp onu üstün kılan “insanca” özellikleri geliştiren değerlerdir. Ahlak ve değer hükümleri insanda hayvanlarla ortak olduğu kesim üzerinde gelişip baskın çıkan değerler değildir.

Mesele ortaya böyle konunca bu konuda “modernistler” ile “bilimsel sosyalistler”in yapmağa giriştikleri devamlı belirsizliği kabul etmeyen, değişmez ve kesin bir ayırım çizgisi ortaya çıkar.

O zaman ahlak değerlerini belirleyen faktör toplum yapısının adet ve gelenekleri olmaz. Bu konuda, toplum yapısının değişiminin ötesinde ve üstünde kalan değişmez bir ölçü olur. O zaman “tarım toplumuna” ait ahlak ve değer ölçüleri, “sanayi toplumuna” ait değişik ahlak ve değer ölçüleri, “kapitalist topluma” mahsus ahlak ve değer ölçüleri, “sosyalist toplum”a özgü başka ahlak ve değer ölçüleri, “Burjuva sınıfı”na özgü ahlak ve değer ölçüleri, “proletarya sınıfı”na özgü daha başka ahlak ve değer söz konusu olmaz. Toplum yapısının, hayat standardının ve içinde bulunulan gelişme merhalesinin özelliğinin fonksiyonu olan, eseri olan bir ahlak söz konusu edilemez o zaman.

Bu durumda, bütün bunların ötesinde “İnsana has” ahlak ve değer ölçüleri ile deyim yerindeyse “hayvana has” ahlak ve değer ölçülerinin, İslam terimi ile “İslam” ahlâk ve değer ölçüleri ile “cahiliye” ahlak ve değer ölçülerinin varlığı söz konusu edilebilir.

İslamîyet, insanı hayvandan ayırıp üstün kılan, insanca ahlâk ve değer hükümlerini açıkça ortaya koyarak egemen olduğu her çeşit toplumda onları geliştirmeye, kökleştirmeye ve devam ettirmeye girişir. Bu toplumlar ister tarım toplumu olsun, ister sanayi toplumu olsun. Bu toplumlar ister göçebelerle geçinen ilkel toplumlar olsun, ister toprağa yerleşmiş medeni toplumlar olsun. Yine bu toplumlar ister fakir toplumlar olsun. Toplumun niteliği ne olursa olsun, İslam bu alanda insanca özelliklere dayanan bir gelişme çizgisi sağlar, sonra da o çizgiyi muhafaza ederek hayvanlığa doğru bir düşüşün meydana gelmesine engel olur. Çünkü değerler ve ölçüler konusunda hayvanlık noktasından başlayarak insanlık seviyesine kadar yükselen bir hat vardır. Bu hat, bu çizgi madde uygarlığı ile aşağı doğru inince o artık uygarlık olamaz. O ancak ya “geri kalmışlık” veya “cahiliye” olur!

“Aile” toplumun temel taşı olunca ve de bu aile eşler arasındaki “iş bölümü”ne dayanınca, yeni nesli korumak bu ailenin başta gelen görevi olunca o toplum uygar toplum olur. Çünkü böyle bir aile, İslam hayat tarzının denetimi altında, bir önceki paragrafta belirttiğimiz insanca ahlak ve değer ölçülerinin doğup geliştiği ve yeni nesle yansıdığı bir ortam olur. Bu ahlak ve değer ölçülerinin aileden başka bir sosyal birimde gelişmesi imkansızdır.

Buna karşılık (kendi deyimleri ile) hür cinsi ilişkiler ve gayri meşru nesil toplumun olursa, aile içindeki ilişkiler, görev ve işbölümü yerine arzu, heves, içgüdü ve başıboşluk temeline dayanırsa, kadının fonksiyonu süslenmek, kışkırtmak ve ayartmak olursa, asli görevi yeni nesli yetiştirmekten uzaklaşarak otelde, gemide ve uçakta memur olmaya özendirilirse “maddi üretim”e katkıda bulunmak “insan üretmek”ten daha kazançlı, daha itibarlı ve daha onurlu olduğu için kadın enerjisini “insan üretimi”nde kullanmayıp “maddi üretim” ve “araç imal etmek”te harcarsa, o zaman bu durum insani ölçüler ile “geri kalmışlık” ve “uygarlıktan uzaklaşmak”, yahut da İslam deyimi ile “cahiliye”ye dönmek olur.

Cinsler arasındaki ilişkiler ile aile meselesi, bir toplumun niteliğini belirlemede, geri kalmış mı, yoksa uygar mı, cahiliye karakterli mi, yoksa İslam toplumu mu olduğunu kararlaştırmada kesin ölçek teşkil eden bir meseledir. Bu ilişkilerde hayvanca içgüdülerin, ahlak ve değer ölçülerinin yürürlükte tutulduğu cemiyetler, sanayide, ekonomide ve bilim alanında ne kadar ileri gitmiş olurlarsa olsunlar, uygar toplum olamazlar. Bu ölçek, insanca ilerleme derecesini tespit etmek hususunda katiyen şaşmaz, yanılmaz.

Günümüzün cahiliye toplumlarında ahlak kavramı, insanı hayvan karakterinden uzaklaştırarak ona özellik sağlayan her türlü nitelikten arınmış bir kapsam darlığına itilmektedir. Bu toplumlarda gayr-i meşru cinsi ilişkiler, hatta gayr-ı tabii cinsi çiftleşme biçimleri ahlak düşkünlüğü olarak nitelenmez. Ahlak kavramı, neredeyse, zaman zaman “devlet yararı” sınırları aşılınca sırf ekonomik ve siyasi endişelere dayanır hale indirgenmiştir. Mesela İngiliz donanma bakanlarından Lord Profuma ile Christina Keller arasında geçen rezalet, İngiliz toplumunun anlayışına göre gayr-i meşru bir cinsi ilişki olması bakımından ayıp değildir. Olaydaki kadının (yani Christina Keller’in) aynı zamanda bir Rus askeri ataşesi ile dost olmasıdır ayıp ve rezalet sayılan. Çünkü böyle olması, bir bakanın bu kadınla kurduğu ilişkiye, devlet sırlarını tehlikeye sokan bir nitelik kazandırıyor! Ayrıca bir de bakanın yalan açıklamaları, İngiliz parlamentosunda ortaya çıktığı için olay çirkindir. Amerikan senatosunda ortaya çıkan rezaletler, Rusya’ya sığınan İngiliz ve Amerikalı casuslarla yüksek dereceli memurların çirkin ilişkileri, gayr-i tabii cinsi ilişkiler olduğu için değil, sırf devlet sırlarını tehlikeye koydukları için rezalet sayılıyorlar!

Orada ve buradaki cahiliye toplumlarının yazarları, gazetecileri ve film yapımcıları bunu genç kız ve evli kadınlara açıkça söylüyorlar. Söyledikleri şunlardır: Serbest, evlilik dışı cinsi ilişkiler ahlak suçu değildir. Ahlak suçu, bir delikanlının kız arkadaşını aldatması veya kızın erkek arkadaşını aldatması, yani taraflardan birinin ötekine samimi bir sevgi ile açılmamasıdır. Hatta bir kadının kocasına karşı duyduğu cinsi arzu söndüğü halde eşine sadakat göstermeye devam etmesi ahlak suçu, buna karşılık böyle bir kadının vücudunu güven içinde teslim edebileceği bir erkek araması ise fazilettir! Nice hikaye ve romanın mihveri budur! Yüzlerce gazete haberi, resim, karikatür ve mizah eserinin telkini budur.

Böylesine toplumlar, insani bakış açısından ve insanca gelişme çizgisi ölçüsü ile uygarlıktan uzak, geri kalmış toplumlardır. İnsanca gelişme çizgisi, hayvani iç güdüleri dizginleyip amacı sadece cinsi haz duymak değil, bunun ötesinde insanca özelliklerin ön plana çıkması ile göze batan insanca uygarlık mirasını taşımada bugünkü neslin yerine geçecek olan insan neslini yetiştirmek şeklindeki “insanca görevi” yerine getirmeyi üstlenme esasına dayalı bir aile çerçevesi içinde tutma doğrultusunda ilerlemektedir. İnsanca özellikler açısından gelişerek hayvani özelliklerinden giderek uzaklaşan bir nesil yetiştirmek, ancak hissi güven ve istikrar güvenceleri ile kuşatılmış ve modaya bağlı heveslerle sarsılmayacak bir gereklilik esasına dayanan bir aile yuvası içinde mümkündür. Sözünü ettiğimiz zehirli, çirkin kışkırtmalara yataklık eden ve ahlak kavramını cinsiyet edebinden arındırarak daraltan toplum, böyle yetiştirme yuvası kuramaz.

Bütün bunlar yüzünden, İslam’ın öğrettiği değer ölçüleri, ahlak ilkeleri, telkinler ve güvenceler insana yaraşır değerler olduğu gibi bulanık veya “değişme eğiliminde” olması söz konusu olmayan, kesin ölçülere göre “uygarlık sadece İslam’dır” ve sırf İslam toplumu uygar toplumdur.

Nihayet, “insanoğlu” Allah’tan başkasının kulluğundan sıyrılıp sırf O’nun kulu olmaya sarılarak yeryüzünde Allah’ın halifesi olma misyonunu sağlıklı bir biçimde gerçekleştirdiği zaman yalnızca Allah’ın metodunu yerleştirip O’nun metodu dışında kalan her türlü hayat tarzının meşruluğunu reddettiği zaman; Yalnızca Allah’ın şeriatını hayatının tüm kesimlerinde hakim kılarak bunun dışında kalan yasa sistemlerinin hiç birini tanımadığı zaman; Allah’ın kendisine sunduğu ahlak ve değer ölçüleri uyarınca yaşayarak ileri sürülen diğer ahlak ve değer ölçülerini yürürlükten kaldırdığı zaman; bütün bunlardan sonra da Allah’ın maddi kainata sunduğu istemini tanıyarak onların hayat seviyesini yükseltmek, yeryüzünün hammadde ve rızık kaynaklarını, Allah’ın kainat kanunları ile mühürleyip yeryüzüne tevdi ettiği ve hilafet misyonunu yerine getirmek için gereken kadarını elde etmek üzere insana bu mührü sökme imkanını bağışladığı, refah imkanlarını bulup ortaya çıkarmak uğrunda kullanmak sureti ile; yani insanoğlu, Allah’a verdiği söz ve O’nun koştuğu şart uyarınca yeryüzü halifeliğine girişip geçim kaynaklarını fışkırttığı, hammaddeleri işleyip çeşitli dallarda sanayiler kurduğu ve bütün insanlık tarihi boyunca kazanılmış olan teknolojik tecrübelerin imkanlarını kullandığı zaman; kendisi ibadet kastı ile ve belirttiğimiz gibi bir Allah halifesi olma tutumu ile “Allah’a bağlılık” şuuru içinde bütün bunları işler hale geldiği zaman; işte o zaman, bu insan uygarlıkta kemale ermiş ve bu toplumda da uygarlığın zirvesine ulaşmış olur. Sırf madde alanındaki başarı, İslam nazarında uygarlık ismini taşıyamaz. Çünkü bu başarı “cahiliye” ile bir arada olabilir. Ulu Allah cahiliyenin niteliklerini belirtirken bu maddi başarılardan bazı örnekler vermiştir. Allah (cc.) şöyle buyuruyor:

“… Siz, her yüksek yere namınızı yaşatacağını sandığınız birer alamet mi dikiyorsunuz? Sanki hep dünyada kalacakmış gibi sanayi kurumları mı ediniyorsunuz? El attığınız her şeyi zorbalar gibi yakalıyorsunuz. Allah’tan korkun ve O’na itaat edin. Size bildiklerinizi sağlayan, bahçeler ve pınarlar sağlayan Allah’tan… Ben sizin büyük günün azabına çarpılmanızdan korkuyorum.”[3]

Ulu Allah şöyle buyuruyor:

“… Siz, buradaki nimetler içinde, güven içinde mi bırakılacaksınız? Bahçeler ve pınarlar içinde? Ekinler ve latif meyveli hurma ağaçları arasında mı? Dağlardan getirip yontuğunuz evlerin ihtişamı içinde mi? Allah’tan korkun ve O’na itaat edin. Azgınların ve müsriflerin emirlerine uymayın. Yeryüzünde fesat çıkarıp hiç bir şeyi düzeltmeyen azgın ve müsriflerin…”[4]

Yine Ulu Allah şöyle buyurmaktadır:

“Onlar, kendilerine yapılan ihtarları unutunca, önlerine her şeyin kapılarını açtık. Fakat kendilerine verilen nimetler ile sevince kapıldıkları zaman onları ansızın yakalayıverdik de hemencecik hayal kırıklığına düştüler. Böylece zalim kavmin kökü kazınmış oldu. Alemlerin Rabbi olan Allah’a hamd olsun.” [5]

“Yeryüzü ziynetlerini takınıp süslenince ve halkı, artık onu elde ettiğini sanınca bir gece veya gündüz emrimiz geldi de onu bir önceki gün hiç yerinde bulunmamış gibi biçilmiş ekine döndürdük.” [6]

Fakat, daha önce belirttiğimiz gibi, İslam maddeyi ve madde alanında kaydedilecek başarıyı hor görmez. O, bu kesimdeki ilerlemeyi, Allah’ın metodu uyarınca olmak şartı ile, Allah’ın kullarına ibadetleri karşılığında müjdelediği bir nimet sayar. Allah (cc.) buyuruyor:

“Onlara dedim ki, “Rabbinizden günahlarınızı bağışlamasını dileyin” hiç şüphesiz O, çok bağışlayıcıdır. Size gökten bol yağmurlar indirir. Size mallar ve evlatlar sağlar, size bahçeler bahşeder, size akar sular verir.” [7]

Ulu Allah şöyle buyuruyor:

“Eğer o beldenin halkı iman edip Allah’tan korkmuş olsalardı, onlara gökten ve yerden bereketler açardık. Fakat onlar Peygamberlerini yalancı saydılar. Bu yüzden onları hak ettikleri azaba çarptırdık.” [8]

Buna göre önemli olan sanayi alanındaki gelişmenin dayandığı temel, toplumda üstün tutulan ve bir bütün halinde insanca uygarlığın özelliklerini oluşturan değer ölçüleridir.

Şimdi, Müslüman toplumun girişim temeli ile organik oluşumunun özelliği ona, cahiliye toplumlarının kuruluşu ve organik oluşumunu sağlayacak hiç bir nazariye ile bağdaşmaz, apayrı bir toplum niteliği kazandırır. İslam toplumu, hareketin, aksiyonun ürünüdür. Onun için hareket, süreklidir. Toplumda şahısların kıymetlerini, değerlerini hareket belirler. Şahısların toplum içindeki görev ve yetkileri buna göre ortaya çıkar.

Bu topumu meydana getiren hareket, öncelikle yeryüzü çerçevesinin ve insan çevresinin dışından gelir. Bu hareket Allah tarafından insanoğluna inmiş ve insanlar için varlık, hayat, tarih, değer ölçüleri ve amaçlar hakkında belirli bir düşünce oluşturan, Ayrıca bu düşüncenin ifadesi olarak insanlara özel bir uygulama metodu sağlayan bir inanç sisteminde sembolleşmiştir. Hareketi başlatan ilk girişim, ne insanların kendilerinden ve ne kainatın maddesi tarafından gelmiş değildir. Belirttiğimiz gibi, bu hareket insanlara yeryüzü çerçevesi dışından, insan çevresi dışından gelmiştir. İslam toplumunun ve yapısının ilk özelliği budur.

Onun ilk girişimi, insan çevresinin ve kainat maddesi çerçevesinin dışında kalan bir varlık tarafından başlatılmaktadır.

İşte insanlardan hiçbirinin ne beklediği ve de hesaba katabildiği, işin başında, insanın hiçbir etki sahibi bulunmadığı bu bilinmez ve mukaddes unsur, İslam toplumunun ilk kuruluş adımını atar. Bu adımla birlikte söz konusu bilinmez kaynaktan gelerek ortaksız Allah’ın takdirine göre yol alan inanç sistemine bağlanmış olan insanın fonksiyonu başlar. Söz konusu tek insan, bu inanç sistemini benimseyince hükmi olarak İslam toplumunun varoluşu da başlamış olur. Çünkü o tek insan buna geçecek, aksiyona girişecektir. O inancın özelliğidir bu. Canlı bir aksiyon özelliği. O inancı bu kalbe yerleştiren ulu varlık, onun orayı taşacağını bilir. O inancı bu kalbe ulaştırmış olan ilk girişim, ileriye doğru yoluna devam edecektir.

Bu inancı benimseyenlerin sayısı üç kişiye ulaşınca, o inancın bizzat kendisi onlara şöyle der: Siz şimdi, bir cemaatsiniz, bağımsız bir İslam cemaati. Bu inancı benimseyen ve bu inancın temel değerlerini -daha önceki sayfalarda belirttiğimiz değerlerini- üstün saymayan cahiliye toplumundan ayrılmış bir cemaat…

İşte o zaman İslam toplumu fiilen var olmuş olur.

Üç kişi on, on kişi yüz, yüz kişi bin, bin kişi on iki bin olur. Böylece İslam toplumunun varoluşu ön plana çıkmış,kesinlik kazanmıştır.

Bu yola girer girmez inanç sistemi ile, düşünce tarzı ile, değer ölçüleri ile, bakış açısı ile, varoluşu ve yapısı itibari ile fertlerini kendisinden temin etmiş olduğu cahiliye toplumundan ayrılan bu toplumla cahiliye cemiyeti arasındaki çatışma, savaş başlamış olur. Başlama noktasından açık ve bağımsız varoluş noktasına ulaşıncaya kadar bu toplumun her ferdi tanınmış ve İslam ölçüsüne göre, İslam bakış açısı uyarınca herkes bu toplumdaki ağırlığını, yerini bulmuş olur. Hiç kimse kendini açığa vurmadan, nefsini tezkiye etmeye kalkışmaksızın, herkesin ağırlığı toplum tarafından tanınmış olur. Hatta herkesin inancı, nefsinde ve toplumunda geçerli olan değer ölçüleri, sosyal yapı içinde kendisine yöneltilen bakışlardan saklanmak üzere kendisine baskı yapacaktır!

İslam inancının ve bu inanca dayanarak ortaya çıkan yeni toplumun ayrılmaz özelliği olan “hareket ve aksiyon” hiç kimseyi saklanmaya, gizlenmeye bırakmaz! Bu toplumun her ferdi kesinlikle harekete geçmek, aksiyona girişmek zorundadır. İnancı uğruna, canı uğruna, toplumu uğruna ve bu organik toplumu oluşturma uğruna harekete aksiyona geçmek zorundadır. Çevresindeki cahiliye ile, gerek kendi vicdanında ve gerekse yakınındakilerin vicdanlarındaki cahiliye kalıntıları ile, çatışma, savaş süreklidir ve cihad kıyamet gününe kadar devamlıdır.

Bu toplumda herkesin statüsü, hareketin gelişimine göre ve hareket sırasında ortaya çıkar, görevi belli olur. Böylece toplumun organik yapısı, fertlerle görevleri arasındaki ahenge göre biçimlenir.

Bu doğuş ve oluşum İslam toplumunu diğerlerinden ayıran iki özelliktir. Bu iki özellik, onun varoluşu ile yapısını, özelliği ile biçimini, düzeni ile bu düzeni yürürlüğe koyacak davranışlarını diğer cemiyetlerdekilerden ayırarak bu görüntülerin tümüne, kendilerine yabancı olan sosyal kavramlar aracılığı ile kavranmaz. Özellikleri ile bağdaşmayan metotlarla araştırma konusu edilemez ve başka bir sosyal düzenden aktarılmış yürütme tedbirleri ile uygulanamaz bir nitelik kazandırır.

Bağımsız uygarlık tarifimizden anlaşılacağı üzere, İslam toplumu sadece mazinin hatıraları arasından ele alınabilecek bir tarihi model değildir. Tersine o bugünün ihtiyacı ve geleceğin emelidir.

Gerek ekonomisi güçlü ileri sanayi ülkeleriyle, gerekse geri kalmış toplumlarıyla tüm insanlığın içinde debelendiği cahiliye bataklığından kurtulabilmek için, o, gerek bugün ve gerekse yarın bakışların çevrilebileceği tek amaçtır.

Ana hatları ile belirttiğimiz o değerleri, “İslam uygarlığı” terimi ile ne kastettiğimizi belirtmemiz gerekir. İslam uygarlığı, söz konusu değerlerin içinde geliştiği bir uygarlıktır. Yoksa bu değerler alanındaki geri kalmışlığa rağmen kaydedilen sanayi, ekonomik ve ilmi ilerlemeler değildir.

Bu değerler “ütopik ideal” değerler değil, pratik ve realist değerlerdir.

Sağlıklı İslam kavramlarının ışığı altında girişilecek olan insan gayreti ile gerçekleşebilirler içinde yürütülen hayat tarzı bir tarafa bırakılırsa, sanayi, ekonomik ve bilimsel gelişme seviyesi bir tarafa bırakılırsa, her toplum yapısı içinde uygulanabilirler. Bu değerler, yeryüzünde Allah’a halife olmanın her kesimindeki gelişme ile çatışmak şöyle dursun, inanç sisteminin mantığı gereği olarak bu gelişmeyi teşvik eder. Öte yandan bu değerler, aynı zamanda, bu kesimlerde henüz gelişmemiş olan toplumlarda da eli boş durmaz. Bu değerlere dayanan uygarlık, her yerde ve her toplum yapısı içinde gerçekleşebilir. Fakat bürünecekleri maddi şekiller, sınırsız sayıdadır. Çünkü bu değerler, her toplum yapısı içinde fiilen bulunan imkanları kullanarak geliştirir.

Buna göre İslam toplumu, biçimi, hacmi ve içinde yürütülen hayat tarzı bakımından değişmez bir tarihi model değildir. Fakat varoluşu ve uygarlığı, değişmez tarihi değerlere dayanır. “Tarihi” derken, sadece bu değerlerin belirli bir tarih döneminde tanınmış olmasını kastediyoruz. Aksi halde tarihin ürünü olmadığı gibi, özelliği itibari ile de zamanla ilgili değildir. O ilahi bir kaynaktan, beşer pratiğinin ötesinden ve maddi varlık (aleminin) ötesinden insanlığa gelmiş bir realitedir.

İslam uygarlığı maddi yapısı ve biçimi yönünden çeşitli şekillere girebilir. Fakat dayandığı değerler ve temel ilkeler değişmez kalır. Çünkü bunlar uygarlığın dayanaklarıdır. Başlıcaları da şunlardır:

1- Yalnızca Allah’a kul olmak ilkesi,
2- Toplumdaki beraberliğin inanç temeline dayanması ilkesi,
3- İnsanın insan oluşu yönü ile maddeye üstün tutulması,
4- İnsanın hayvani kesiminin değil insanca kesimi ile ilgili olan değerlerin üstünlüğü,
5- Ailenin dokunulmazlığı,
6- Allah’a verilmiş söz ve O’nun koştuğu şartlar uyarınca yeryüzünde O’nun halifeliğini yürütmek.
7- Bu hilafetin her durumda sırf Allah’ın hayat sistemi ile O’nun şeriatını egemen kılmak.

Bu değişmez temel taşları üzerine oturan İslam uygarlığı, “biçim” yönünden endüstriyel, ekonomik ve bilimsel alanlardaki gelişme derecesinden yararlanır. Çünkü o, her toplumda, bunlardan fiilen bulduklarını kullanır. Bu yüzden biçim yönünden değişik olması kaçınılmazdır. Her seviye ve yapıdaki toplumların tümünün İslam çerçevesi içine girmesi ve İslamî değerler ve ilkeler ile yoğrulmaları için yeterli esnekliği sağlamak üzere biçim yönünden farklılık göstermesi kaçınılmazdır. uygarlığın dış görünüşü bakımından gösterilecek olan bu esneklik İslam uygarlığının dayandığı İslam inancına zorlama yolu ile iliştirilmiş değildir. Söz konusu esneklik, inancın özelliğine dayanır. Fakat bu esneklik ciddiyetsizlik yahut bulanıklık manasına gelmez. Bu iki kavram arasındaki fark, alabildiğine büyüktür.

İslam, Orta Afrika’nın çıplak insanları arasında uygarlığını kurmaya başlamıştı. Çünkü İslam’ın buralarda sadece ortaya çıkışı, çıplak vücutları kapatıyor ve oranın insanlarını İslam doğrultusunun kapsamına aldığı kılık uygarlığı merhalesine geçiriyordu. Bunun yanında oranın insanları müzmin durgunluktan sıyrılmaya koyularak maddi varlığın hazinelerinden yararlanmaya dönük bir aksiyona geçmeye başlıyordu. Bunların yanında kabile veya aşiret yapısından sıyrılıp ümmet olmaya geçişin ilk adımlarını atıyorlardı. Hepsinden önemlisi, aralarındaki bölünmelerin başlıca sebeplerinden biri olan totemlere tapmaktan vazgeçerek Allah’a kul olmayı benimsemeye yöneliyorlardı. Eğer uygarlık bu değilse nedir ki? O, bu toplum yapısının fiilen varolan imkanlarına dayanan bir uygarlıktır.

Fakat İslam başka bir toplum yapısına girdiği zaman değişmez değerlerine dayanarak biçim yönünden farklı olan başka bir uygarlık meydana getirir. O toplumda fiilen bulduğu imkanları kullanıp geliştirir.

Böyle olunca İslam yolu ve hayat sistemi uyarınca kurulacak olan uygarlık sanayi, ekonomi ve bilim alanlarındaki belirli bir gelişme derecesine bağlı olmamış olur. Her ne kadar kurulurken bulacağı gelişmişlik seviyesini kullanır ve daha ileriye götürürse de… Bu gelişmişlik, hiç baştan mevcut değilse onu yeni baştan kurduğu, gelişim ve sürekliliğini üzerine aldığı gibi… Fakat İslam uygarlığı bu durumların tümünde bağımsız temelleri üzerinde kalır. İslam toplumunun, Onu bütün cahiliye toplumlarından ayıran ilk girişim noktasından beri var olan kendine has tabiatı ile organik yapısı varlıklarını hep devam ettirirler. Ulu Allah buyuruyor:

“(İslamîyet) Allah’ın boyasıdır. Allah’ın boyasından daha güzel boyası olan kim vardır.” [9]

[1] Zuhruf, 84.
[2] Yusuf, 40.
[3] Şu’ara, 129-136.
[4] Şu’ara, 146-152.
[5] En’am, 43-45.
[6] Yusuf, 24.
[7] Nuh, 10-12.
[8] A’raf, 96
[9] Bakara, 138.

1 yorum:

  1. İslam toplumu sadece geçmişin hatıraları arasından ele alınabilecek bir tarihi model değildir. Tersine o bugünün ihtiyacı ve geleceğin ümididir. Gerek ekonomisi güçlü ileri sanayi ülkeleriyle, gerekse geri kalmış toplumlarıyla tüm insanlığın içinde debelendiği cahiliye bataklığından kurtulabilmek için, o, gerek bugün ve gerekse yarın bakışların çevrilebileceği tek amaçtır.

    YanıtlaSil