24 Aralık 2014 Çarşamba

4. Allah Yolunda Cihad

İbn-i Kayyim el-Cevzi, cihad konusunu, “Zad’ül Mead” isimli eserinin “Peygamber olarak gönderilişinden Allah’a kavuştuğu ana kadar kâfirleri ve münafıkları hidayete çağırışının safhaları” başlığını taşıyan bölümünde şöyle özetler:


“Allah’ın O’na ilk vahyettiği ayet, ‘Yaratan Rabbinin adı ile oku’ şeklindedir. Bu emir, peygamberliğinin başlangıcını meydana getiriyordu. Allah O’na kendi kendine okumayı emrediyordu, daha O’na tebliğ etmeyi emretmemişti.

Sonra O’na ‘Ey örtüsüne bürünen, kalk ve korkut (enzır)…’ ayetini indirdi. ‘Oku’ emri O’na gelen bir bildiri idi. Arkasından, ‘Ey örtülere bürünen…’ diye başlayan talimata muhatap oldu. Daha sonra aşireti içindeki yakın akrabalarını uyarmasını emretti. Arkasından kabilesini uyardı. (Buradaki korkutmak, içinde bulundukları tehlikeyi göstererek korkutmak manasındadır, yani inzar etmek.) Daha sonra komşu kabileleri, bir müddet sonra tüm Arapları ve sonunda da tüm insanları uyardı.

Peygamber oluşundan itibaren on küsur yılını savaş ve cizyesiz bir davet ile uyararak geçirdi. Bu sırada kendisine sabretmesi, aldırış etmemesi ve göz yumması emredilmişti. Sonra göç etmesine (hicret) ve savaşmasına izin verildi. Daha sonra kendisine saldıranlar ile savaşması ve kendisinden ayrılıp O’na ilişmeyenlere dokunmaması emredilir. Arkasından da O’na, Allah’ın dini kesin bir hakimiyet kazanıncaya kadar şirk koşanlarla savaşması emredildi. Cihad emrinden sonra kâfirler O’na göre üç kısım olmuştu: Kendileri ile ateşkes ve barış antlaşması yapanlar. Kendileri ile savaş halinde bulunanlar ve Zımniler.

Ateşkes ve barışa bağlananlara kararlaştırılan süre içinde dokunmamakla, onlar sözleş-melerine bağlı kaldıkça verilen söze sadakat göstermekle, döneklik edeceklerinden çekindiği takdirde sözleşmelerini onlara geri çevirmekle, fakat antlaşmanın bozulduğunu karşı tarafa bildirmedikçe onlara savaş açmamakla ve sözleşmesini bozanlara savaş açmakla emrolundu. “Berae” (Tövbe) suresi ile bu kısımlardan her biri ile ilgili olan hükümler daha da açıklık kazandı.

Bu sure ile ehli kitaptan olan (Yahudi ve Hıristiyanlardan olan) düşmanlar ile cizye verinceye veya İslam’a girinceye kadar savaşması emredildi. Ayrıca kâfirlere ve münafıklara karşı cihada girişme ve onlara karşı sert davranma emri aldı. Bunlar yanında O’na, kâfirlere girişilen sözleşmelerden uzak durmasını, sözleşmelerini geri çevirmesini emretti. Bu sureye göre sözleşmeli düşmanlar üç kısma ayrılıyordu. Birinci kısımda savaşma emri alınanlar: Bunlar sözleşmelerini bozanlar, sözlerinde durmayanlar idi. O da, onlarla savaşa girişerek kendilerini yendi. İkinci kısımdakilerle ise, süresi belirli sözleşmeler vardır, onlar da sözleşmeyi bozup O’na karşı savaş hazırlığına girişmişlerdir. Bunlar hakkında belirtilen süreyi doldurma emri aldı. Üçüncü bir kısım da kendileri ile arada sözleşme bulunmayan, buna rağmen Peygamber’e savaş açmayan veya kendileri ile süresiz bir antlaşması bulunan kimselerdi. Öylelerine dört aylık süre tanıması ve sürenin bitiminde onlarla savaşa tutuşması emredildi.

Böylece sözleşmesini bozanları savaşarak yendi. Kendileri ile sözleşme yapılmayanlara veya antlaşmaları süresiz olanlara dört ay süre tanıdı. Verdikleri söze bağlı kalanlara antlaşma müddetleri doluncaya kadar ilişmeme emri aldı. Böylelerinin tümü daha antlaşma müddeti dolmadan İslam’ı kabul ettiler. Zımnilere ise cizye yükledi.

‘Berae’ suresi ile kâfirlerin, O’na karşı üç kısma ayrılışı kesinleşti: Kendisi ile savaş halinde olanlar. Antlaşmalılar. Zımniler.

Arkasından antlaşmalılar ve kendileri ile ateşkes sözleşmesi bulunanlar, İslam’a karşı durumları daha da belirerek kendileri ile savaş halinde bulunanlar ve zımmiler olmak üzere iki kısma ayrıldılar. O’nunla savaşanlar O’ndan korkanlar idi. Böylece bütün yeryüzü halkı O’na karşı üç kısma ayrıldı: O’na inanan Müslümanlar. Kendisine güvenen barış halinde olanlar. O’ndan korkan ve kendileri ile savaş halinde bulunanlar.

Münafıklara karşı tutumuna gelince onları görünüşlerine göre kabul edip, içyüzlerini Allah’a havale etmekle karşılarında ilme ve delile dayanarak cihad etmekle, onlardan yüz çevirip kendilerine karşı sert davranmamakla ve kendilerine kalplerine etki edecek sözler tebliğ etmekle emredildi. Buna karşılık cenazelerini kılması, mezarlarının başına gidip dua etmesi yasaklandığı gibi, kendisine onlar için af dilemesi bile Allah’ın onları affetmeyeceği bildirildi. İşte O’nun kâfirlere ve münafıklara karşı tutumu bu idi.”

İslam’da cihadın merhaleleri hakkındaki bu nefis özetten, uzun uzun üzerinde durulması gereken, fakat burada detaylarına girmeden, sadece işaret etmekle yetinebileceğimiz bu dinin harekete dönük metodu ile ilgili bazı derin ve köklü özellikler ortaya çıkmaktadır:

Birinci özellik, bu dinin metodundaki ciddi pratiklik ve harekete dönük olma durumudur. O, beşeri pratiğe karşı koyan bir harekettir. Pratik varlığına denk gelecek araçlarla bu beşeri pratiğe karşı koyuyor. O, kavramlarda beliren bir cahiliye inancı ile karşı karşıyadır. Hareket içinde beliren bir takım pratik kurumlar, bu inanca dayanıyor. Bu durumları da maddi kuvvete sahip otorite mihrakları destekliyor. Bu yüzden İslami hareket, bu pratik gerçeğin tümünü, onlara karşılık verebilecek tedbirler ile karşılıyor.

İnanç ve düşünce tarzlarını düzeltmek için dâvet ve anlatma ile karşı koyuyor. Cahiliyeyi ayakta tutan kurum ve otoriteleri ortadan kaldırmak için kuvvet ve cihad tedbirleri ile ortaya çıkıyor. İnanç ve düşünce tarzlarını doğrultacak bildiri ile halk arasına girip onları baskı ile veya yıldırarak Ulu Rablerinden başkasına taptıran kurum ve otoriteleri ortadan kaldırmak için zora ve cihada başvuruyor. Bu öyle bir harekettir ki, ferdi vicdanlar üzerinde maddi baskıyı kullanmadığı gibi otorite karşısında bildiri ile de yetinmiyor. İnsanları kula kulluktan kurtarıp, Allah’a kul olma statüsüne yüceltmek uğrunda yürürken bu dinin metoduna göre, yerinde kuvvet kullanmak veya bilgi vermekle yetinmek aynı şeydir, birbirinden farksızdır.

Bu dinin metodunda beliren ikinci özellik, hareketlilik, pratiklik ve esnekliktir. O, bir takım merhalelerden geçecek bir harekettir. Her merhalenin gereklerine ve pratik ihtiyaçlarına uygun araçları vardır. Her merhale, bir sonraki merhale ile sona erer. Bu din, pratiği bir takım soyut nazariyeler ile karşılamaz. Söz konusu pratiğin merhalelerine donuk, katî tedbirle karşı koymadığı gibi… Bu dinin cihad hakkındaki metoduna delil göstermek üzere Kurân’daki kaynakları ileri sürüp de dinin bu özelliğini göz önünde tutmayanlar, bu metodun açtığı merhalelerin özelliği ile çeşitli kaynakların her merhale ile olan ilgisini idrak edemeyenler, açık bir hataya düşmüş olurlar, bu dinin metodunu tanınmaz kılıklara büründürmüş olurlar, kaynaklara aslında taşımadıkları, gayeye dönük esas ve kaideler yüklemiş olurlar. Çünkü onlar Kurân’daki her kaynağı sanki nihai durumu belirten bir delilmiş gibi, bu dinde nihai kaideleri temsil eder diye kabul ediyorlar.

İslam’a bağlılıkları sadece isimden ibaret kalmış olan Müslümanlara karşı dikilen umut kırıcı pratiğin baskısı altında hem akılca hem de ruhi bakımdan yılgınlığa düşen bu çeşit kimseler, “İslam, sırf savunma amacı ile cihad eder,” derler. Böylece bu dini yeryüzündeki tüm zorbaları ortadan kaldırarak, insanları tek Allah’ın kulu yapmak olan metodundan feragat ettirmekle onu şirin gösterdiklerini sanırlar. Oysa ki, insanlara getirdiği inancı zorla benimseterek değil, fakat insanlarla bu inancın arasını açık ve serbest bulundurarak insanları kulların kölesi olmaktan kurtarıp, kulları Rablerine kul olmağa yüceltmek bu dinin metodu gereğidir. Bu da egemen siyasi düzenleri yıkmakla veya teslim olduğunu ilan edip cizye vermeye mecbur bırakmakla olur. O zaman, siyasi otorite serbestlik içindedir. İster bu dini benimsesin, isterse benimsemesin, İslam ile tebaası arasındaki engel aşılmış olur.

Üçüncü özellik ise bu kesintisiz hareket ve değişen araçlar, bu dini ne belirlenmiş esaslarından ve ne de somut gayesinden uzaklaştırmaz. Peygamberimiz (sa.), daha ilk günden itibaren, gerek yakın akrabalarını, gerek Kureyş kabilesini, gerek tüm Arapları ve gerekse bütün yeryüzü insanlarını muhatap tutarken onlara tek bir esası bildiriyor. Kendilerinden tek bir gayeye ulaşmayı istiyordu. O da kulların köleliğinden sıyrılarak sırf Allah’a kulluk arz etmekti. Bu esas üzerinde pazarlık ve yumuşaklık söz konusu değildi. Sonra da bu tek hedefi gerçekleştirmeye doğru muayyen merhaleleri olan ve her merhalesinde değişik araçlar kullanılan belirli bir plan uyarınca yürüyordu, daha önce belirttiğimiz gibi.

Dördüncü özellik, “Zad-ül Mead” adlı eserden naklettiğimiz nefis özetlemede belirtildiği üzere, İslam cemiyeti ile diğer toplumlar arasındaki ilişkilerle ilgili olan hukuka dayalı disiplindir. Bu hukuki disiplin Allah’a teslim olmanın, bütün insanlarca uyulması gereken veya olduğu gibi onaylanması gereken dünyayı kuşatıcı bir esas olduğu temeline dayanır. Buna göre bu esasın çağrısı önüne hiçbir siyasi rejim veya maddi kuvvet engel olarak dikilemez. Bu çağrı ile her fert arasındaki yol açık tutulacaktır. Herkes serbest iradesine dayanarak bu esası ister kabul eder, ister etmez, fakat ona karşı dikilemez, ona karşı savaş açamaz. Eğer biri böyle yaparsa, İslam onu öldürünceye kadar veya teslim olmasını sağlayıncaya kadar onunla savaşacaktır.

İslam’da Cihad konusunda yazı yazan akılca ve ruhça yılgınlığa düşmüş bazı kimseler, akılları sıra İslam’ı bu ‘töhmet’ten kurtarmaya yeltenirken, bu din inanca baskı uygulamayan yasaklayan esası ile, (dinle) insanlar arasına girerek engel teşkil eden ve insanları Allah’a kul olmaktan alıkoyup insanlara kul yapanlara karşı takındığı tavrı birbirine karıştırıyorlar. Bunlar birbirleri ile ilgisi olmayan ve birbirlerine karıştırılmamaları gereken, apayrı şeylerdir. Böyle bir kavram kargaşalığı yüzünden ve her şeyden önce yüreklerine sinen yılgınlıktan ötürü, İslam’daki cihadı ‘savunma cihadı’ dedikleri durumlara hasretmeye kalkışırlar. Oysa ki, İslam’daki cihad, insanların bugün gördükleri savaşlarla ne gerekçe ve ne de nitelik bakımından ilgisi olmayan başka bir olaydır.

İslam’daki cihadın gerekçelerini, bu dinin kendi özelliğinde, yeryüzündeki fonksiyonunda ve Allah tarafından belirlenen yüce amaçlarında aramak gerekir. Ulu Allah onun uğruna o mesajla bunca Peygamberleri gönderdiğini bildirdi ve Peygamberimizi sonuncu Resûl olarak seçtiği gibi mesajını da mesajların sonuncusu ilan etti.

Bu din, insanın yeryüzünde kullara kul olmaktan, aynı zamanda kullara kul olmanın bir başka türlüsü olan nefsin aşırı arzularına boyun eğmekten kurtuluşunu belirten cihana şamil bir bildiridir. Bu amacı, sırf Allah’ın uluhiyetini, O’nun bütün alemlerin Rabbi olduğunu açıklamak demek, bütün şekil, biçim, düzen ve görünüşleri ile beşer egemenliğine karşı cihana şamil bir yaygınlıkta başkaldırmak, yeryüzünün her köşesinde şu veya bu biçimde beşer hakimiyetine dayanan rejimlere karşı kesin bir şekilde direnmektir. Başka bir deyimle şu veya bu şekilde uluhiyet yetkisini insana dayandıran her düzene karşı direnmektir. Çünkü hükümlerinin son insan olan ve otoritenin kaynağı olarak insanı alan her rejim Allah dışında insanların birbirlerini Rab edindikleri bir beşeri ilahlaştırma rejimidir.

Bu bildirinin mânası, gasledilmiş, ilahi otoriteyi çekip alarak Allah’a geri vermektir. İnsanları kendilerince düzülmüş hukuk ilkelerine göre yönetip halkı kul yerine koyarken kendilerini Rab yerine koyan yetki hırsızlarını kovmak demektir. Bu bildirinin mânası, ilahi otoriteyi yerleştirmek üzere beşer egemenliğini ortadan kaldırmaktır. Şimdi Kurân-ı Kerim’in ifadesine kulak verelim:

“Gökte ilah olan ve yeryüzünde ilah olan O’dur.”

“Hakimiyet, yalnız Allah’ındır. O, kendisinden başkasına kul olmamamızı emretti… İşte dosdoğru din budur.” (Yusuf/40)

“De ki, ey kitaplılar (Yahudi ve Hıristiyanlar) aramızda ortak olan bir kelimeye (esasa) geliniz. O da Allah’a hiç bir ortak koşmaksızın, sırf O’na tapalım ve Allah’ın dışında birbirimizi ilah edinmeyelim. Eğer bu (kelimeye) dönerseniz, biz Müslüman’ız diye şahadet getirin.” (Al-i İmran/64)

Yeryüzünde Allah’ın hakimiyeti, ne Hıristiyan kilisesinin yetkilerinde görüldüğü gibi yeryüzü hakimiyetini bir takım ileri gelen din adamlarının kullanması ile ve ne de “Teokrasi” adı verilen rejimlerde görüldüğü üzere ilahlar adına konuşan bir takım kimselerin mukaddes yaldızlı yönetimleri ile kurulamaz. Yeryüzünde Allah’ın hakimiyeti, sırf ilahi şeriatın yürürlükte tutulması ile, apaçık şeriatında belirttikleri uyarınca her şeyin ona bağlı olması ile kurulur.

Yeryüzünde Allah’ın hakimiyetini kurmak, beşerin tahakkümünü önlemek, otoriteyi yetki hırsızı olan kulların elinden alarak sırf Allah’a geri vermek, beşer tarafından düzülen kanunları yürürlükten kaldırarak tek başına ilahi şeriatın egemenliğini sağlamak, bunların tümü, sırf tebliğ etmekle, bildiri sunmakla gerçekleşemez. Çünkü kulların enselerine binenler, yeryüzündeki yetkinin hırsızları sırf tebliğ ve bildiri ile egemenliklerinden vazgeçmezler. Böyle olmasaydı, Allah’ın dinini yeryüzünde yerleştirmek için uğraşan peygamberlerin işi ne kadar kolay olurdu. Oysa ki, peygamberler -selam üzerlerine olsun- tarihi, nesiller boyu süren bu dinin tarihi, bunun tersini göstermektedir.

Sırf Allah’ın ilah olduğunu ve O’nun bütün alemlerin Rabbi olduğunu ilan ederek yeryüzü insanını Allah’tan gayri her türlü otoritenin egemenliğinden kurtarmanın cihana şamil bildirisi nazari, sofist ve yıkıcı bir çağrı olmamıştır. Tersine o, eyleme dönük, pratik ve yapıcı bir bildiri olmuştur. İnsanın Allah’ın şeriatı uyarınca görevi yürüttüğü, halkı kullara kul olmaktan kurtararak sırf ortaksız Allah’a kul olmaya yüceltmeyi sağlayacak pratik bir sosyal düzen biçimindeki harekete dönük bir gerçekleşme amacı taşıyan bir bildiridir bu. Bu yüzden ‘bildiri’ şekli yanında ‘hareket’ şeklinin de ele alınması kaçınılmaz olmuştur. Çünkü beşer pratiğinin her yönüne denk ve uygun araçlarla karşı koymak gerekir.

Dün olsun, bugün olsun, yarın olsun Allah’tan başka her türlü otorite merciini yeryüzünden kaldırmayı amaçlayan niteliği ile beşer pratiği bu dinin karşısına inanç ve dünya görüşü biçiminde, maddi pratikler olarak, siyasi, sosyal, ekonomik, ırkçı ve sınıfçı görüntülü engeller ile çıkmaktadır. Bunlara sapık inanç ve batıl görüş açıları kılığına bürünmüş olan engelleri de katmak gerekir. Bu engellerin hepsi el ele vererek ve her biri diğerini etkileyerek alabildiğine karmaşık bir kördüğüm meydana getirir.

‘Bildiri’ eğer inanç ve görüş açısı şeklindeki engellere karşı koyacaksa ‘hareket’ de başta o inanç ve görüşleri ile kördüğüm haline gelmiş ırkçı, sınıfçı, sosyal ve ekonomik yapıya dayanan mevcut siyasi otorite olmak üzere diğer maddi engellere karşı koyacaktır. ‘Bildiri’ ile ‘hareket’ ikisi bir arada uygun ve denk araçlar halinde tümü ile ‘beşer pratiği’ne karşı koyarlar. Yeryüzünde insanı kurtarma eylemine girişirken bunların her ikisi de, birlikte gereklidir. ‘Yeryüzü’nün her yöresindeki tüm ‘insan’ları kurtarmaktır söz konusu olan. Bu nokta, sürekli olarak tekrarlanarak zihinlere yerleştirilmesi gereken gayet önemli bir noktadır.

Bu din, Arap insanının kurtuluş bildirisi değildir. Araplara mahsus bir mesaj da değildir. Onun konusu ‘insan’dır, bir canlı türü olarak insan… Alanı da ‘yeryüzü’, yeryüzünün tümü yani. Ulu Allah, ne sırf Arapların Rabbidir ve hatta ne de sadece İslam inancını kabul edenlerin Rabbidir. Allah bütün ‘alemlerin Rabbi’dir. Bu dinin gayesi alemleri, Rablerine döndürmektir, onları başkasına köle olmaktan alıkoymaktır. İslam’a göre en büyük kölelik, insanların bir takım kimselerce düzülerek yürürlüğe konan hükümlere boyun eğmeleridir. Bu yetki, sırf Allah’a tanınması gereken bir ‘kulluk’ fonksiyonudur. Bu yetkiyi Allah’tan başkasına veren kimse, istediği kadar ‘bu dindenim’ desin, Allah’ın dininden çıkar. Peygamberimiz (sa.) şeriat ve hükümde Allah’a uymamanın, Yahudi ve Hıristiyanları ‘müşrik’ kabul ettiren bir ‘kulluk’ fonksiyonu olduğunu şu hadisle açıkça belirtmiştir. Çünkü Yahudi ve Hıristiyanlar, bu noktada sırf Allah’a ‘kul’ olma emrine ters düşmüşlerdir.

Tirmizi’nin rivayet ettiğine göre Adiy İbn-i Hatem’e (ra.) İslam çağrısı ulaşınca Şam’a kaçmıştı. Çünkü cahiliye döneminde Hıristiyan olmuştu. Bu sırada kız kardeşi ile birlikte bir kısım adamları Müslümanlara esir düşer. Peygamberimiz kız kardeşini ona bağışlayarak serbest bırakır. Kadın da kardeşinin yanına döner. Bu durum, onun İslam’a yakınlık duymasını ve Peygamberimizin huzuruna varmaya karar vermesine yol açar. Bu fikrini adamlarına açıklayarak Peygamberimizin huzuruna varır. Boynunda altından bir haç vardır. Peygamberimiz (sa.) bu sırada “Onlar Allah’ı bırakıp din adamlarını ve keşişlerini Rab edindiler” mealindeki ayeti okudu.

Adiy: “Onlar, din adamlarına ve keşişlere kul olmadılar, onlara tapmadılar ki” dedim. Peygamberimiz (sa.) bana şu cevabı verdi:

“Ne münasebet! Onlar halka helal olanı haram ve haram olanı helal kıldılar. Halk da onlara uydu. İşte bu, onlara kul olmaları, tapmaları demektir.”

Peygamberimizin, şeriatta ve hükümde bir takım kimselere uymanın insanı dinden çıkaran bir ‘kula tapma’ olduğu ve bunun insanların birbirlerini Rab sayması demek olduğu şeklindeki ayet tefsiri kesin bir delildir. Oysa ki, bu din bu durumu ortadan kaldırarak yeryüzünde insanı Allah’tan başkasına tapmaktan kurtarmayı ilan etmek için gelmiştir.

Bu yüzden İslam, bu evrensel bildiri ile çelişen pratiği söz ve hareketin her ikisi aracılığı ile ortadan kaldırmak üzere tüm yeryüzü üzerinde teşebbüse geçmekten ve insanları Allah’tan başkasına taptıran siyasi mihrakların üzerine vurucu güçler yöneltmekten kaçınamaz. Yani Allah’ın şeriatına ve otoritesine dayanmayarak hüküm yürüten ve hiçbir yetkilinin karışması söz konusu olmaksızın, halkın serbestçe bildiriyi dinleyip bu inancı benimsemesine engel olan siyasi karakterli olsun, ister ırkçılıkla karışık bir mahiyet taşısın, yahut isterse aynı ırk arasında sınıfçı bir karakter taşısın, mevcut hakim otoriteyi ortadan kaldırdıktan sonra eyleme dönük kurtuluş hareketini gerçekleştirecek sosyal, iktisadi ve siyasi bir düzen kurmak için de kuvvet kullanmak gereklidir.

İslam’ın amacı, insanlara inanç sistemini zorla benimsetmek değildir. Fakat İslam sadece ‘inanç’tan ibaret değildir. Daha önce belirttiğimiz gibi İslam, insanları kula kulluktan kurtulmaya çağıran evrensel bir bildiridir. Buna göre ilk amacı, insanın insana tahakkümü ve kula kul olması esasına dayanan rejimleri ve yönetim mekanizmalarını ortadan kaldırmaktır. Üzerlerindeki siyasi baskıyı kaldırdıktan, akıl ve gönüllerini aydınlığa kavuşturan bildirimden sonra diledikleri inancı tercih etmek konusunda fiilen hür olan fertleri serbest bırakır. Fakat bu hürriyet, nefislerinin azgın arzusunu ilah edinecekleri veya kendi istekleri ile kullara kul olabilecekleri yahut Allah’ı bırakarak birbirlerini Rab edinecekleri demek değildir.

Yeryüzünde insanı egemenliği altında yaşatan düzen, sırf Allah’a kulluk etmek temeline dayanmalıdır. Bu da sırf O’nun şeriatını nizam olarak seçmekle olur. Bundan sonra herkes, bu genel düzen altında, dilediği inancı benimsesin! Böylece din sırf Allah için olmuş olur. Yani yargı, boyun eğme, bağlılık ve kulluk, bunların tümü Allah için olur.

Dinin anlamı inancın anlamından daha geniştir. Din hayatı yöneten düzenin ve sistemin adıdır. Bu da İslam’da inanca dayanır. Fakat o, genel anlamı ile inançtan daha yaygındır. Buna göre İslam’da, bazılarının İslam inancını benimsemese bile çeşitli cemaatlerin, sırf Allah’a kul olma esasına dayanan genel İslam metoduna boyun eğmeleri mümkündür.

Bu dinin özelliğini belirtildiği şekilde anlayanlar bildiriye dayalı cihad yanında kılıçla cihad biçiminde bir İslami harekete girişmenin kaçınılmazlığını da anlarlar. Müsteşriklerin aldatıcı hücumları ile çağdaş durumun baskısı altında yılgınlığa kapılanların yorumladığı ve günümüzün ‘savunma savaşı’ kavramında anladığı dar mana ile İslam’daki cihadın bir savunma hareketi olmadığını da anlarlar.

Söz konusu müsteşrikler İslam’daki cihad hareketinin, beşer pratiğinin her yönüne uygun gelecek araçlarla girişilmiş ve her merhalesinde değişik araçlar kullanılan bir yeryüzü insanını kurtarma aksiyonu ve seferberliği olduğunu kavramaya yanaşmazlar.

İslam’daki cihad hareketini savunma hareketi olarak adlandırmamız eğer kaçınılmaz bir şartsa o zaman ‘savunma’ kavramını değiştirerek bu kavramı insanı, hürriyetini sınırlayan ve kurtuluşunu engelleyen her türlü unsura karşı savunmak olarak yorumlamalıyız. İnanç ve görüşlerinde beliren faktörlere karşı olduğu gibi, iktisadi, sınıfçı ve ırkçı esaslara dayanan siyasi rejimler tarafından temsil edilen faktörler İslam’ın geldiği gün de vardı, günümüzün cahiliyesinde de bir çok biçimleri yürürlüklerini sürdürmektedir!

‘Savunma’ kavramını böyle geniş yorumlayarak İslam’ın yeryüzü üzerindeki girişiminin gerekçelerini gerçeğe uygun bir şekilde kavrayabiliriz. Aynı zamanda insanın, kula kulluktan kurtuluşunun ve sırf Allah’ın uluhiyetini, O’nun alemlerin ortaksız Rabbi oluşunu yerleştirerek yeryüzünde keyfi yönetime son verip insanlık ailesi içinde ilahi şeriata dayalı bir otorite kurmanın bildirisi olan İslam’ın özelliğini de kavrayabiliriz.

Buna karşılık günümüzün dar anlamı içindeki bir savunma kavramına uyarak İslam’daki cihad için savunmaya dönük gerekçeler uydurmak, İslam’daki cihad olaylarının sırf komşu güçlerin İslam vatanına karşı –ki bazılarına göre bu vatan Arap Yarım adasıymış!- girişimlerini bir püskürtme hareketi olarak anlamak, buna dayanaklar aramaya kalkışmak, hem bu dinin özelliğini ve hem de yeryüzünde yürüteceği fonksiyonun özelliğini anlayamamaktan doğan bir girişimdir. Bu girişim, aynı zamanda, günümüz pratiğinin baskısı önünde ve İslam’daki cihad kavramını yozlaştırmak isteyen müsteşriklerin hücumları karşısında bir yılgınlığa sürüklenmedir.

Acaba Hz. Ebu Bekir, Hz. Ömer ve Hz. Osman – Allah onlardan razı olsun- düşmanların Arap Yarımadasına saldırmalarından emin olsalardı, İslam sınırlarını yeryüzü boyunca genişletmekten vaz mi geçerlerdi? Davetin önüne siyasi rejimlerce, ırkçı ve sınıfçı toplum kurumlarınca ve yine ırkçı ve sınıfçı endişelere dayanan iktisadi düzenlerce dikilen ve yine devletin maddi güçler tarafından korunan engelleri ortadan kaldırmadan bu sınırları nasıl genişleteceklerdi?!

Yeryüzünün her yöresindeki bütün insan soyunun kurtuluşunu amaçlayan bir davet tasavvur edip de sonra bu engeller karşısında dille ve bildiri ile cihad etmek saflıktır. Dille ve bildiri ile cihad etmek, bu çağrı ile fertler arasındaki yol açıldıktan sonra, serbest bir şekilde seslenmek mümkün olunca, insanlar sözü edilen etkilerin tümünden kesinlikle kurtulunca söz konusu olur. İşte “dinde zorlama yoktur” ilkesi, o zaman geçerlidir. Fakat belirtilen maddi güçler ve engeller varken, kösteklerden kurtulmuş olarak insanın kalbine ve aklına seslenebilmek için, önce o engelleri ortadan kaldırmak kaçınılmaz bir şarttır.

Mevcut fiilî pratiğin her yönüne uygun ve denk araçlarla karşı koyan ciddi bir ‘insanı kurtarma bildirisi’ni amaç edinmiş olunca çağrının cihada dayanması şarttır. Nazari ve felsefi bir bildirimle yetinilemez. İslâm yurdu, uygun bir İslâm deyimi ile;

“Dar’ül İslâm” ister güvenlik içinde olsun, ister komşularının tehdidi altında olsun, fark etmez.

İslâm barış arayınca, sadece sakinleri İslâm inancını paylaşan belirli bir yeryüzü parçasının güvenliği şeklindeki ucuz barışı kastetmez. İslâm, dinin tümünün Allah için olduğu bir barış ister. Yani içinde, her türlü kulluğun sırf Allah’a arz edildiği ve Allah’ı bir yana bırakarak insanların birbirlerini Rab edinmedikleri bir barışı.

Çağrının ilk ve orta merhalelerinde değil, Allah’ın emri uyarınca, İslâmi cihad hareketinin ulaştığı son merhaleye göre bu konuda hüküm vermek gerekir. İbn-i Kayyim’in dediği gibi son merhalede şu noktaya varılmıştı. Yukarıda iktibas ettiğimiz bölümün ilgili kısmını tekrar okuyalım:

“Berae suresi ile kâfirlerin Ona (Peygamberimize) göre üç kısma ayrılığı kesinlik kazandı: Kendileri ile savaş halinde bulunulanlar. Antlaşmalılar. Zımmîler. Arkasından antlaşmalılarla kendileri ile ateşkes sözleşmesi bulunanların İslâm karşısındaki durumu daha da belirerek kendileri ile savaş halinde bulunulanlar ile zimmîler olmak üzere iki kısma ayrıldılar. O’nunla savaşanlar, O’ndan korkanlardı. Böylece bütün yeryüzü halkı, O’nun karşısında üç kısma ayrılmış oldu: O’na inanan Müslümanlar. Kendisine güvenerek barış halini benimseyenler (bir önceki cümleden anlaşıldığına göre bunlar zımmilerdir). O’ndan korkan ve kendileri ile savaş halinde bulunulanlar.”

Mantığa uygun olan, bu dinin özelliği ve amaçları ile bağdaşan tutum budur. Yoksa günümüz pratiği ile yanıltıcı müsteşriklerin hücumu karşısında yılgınlığa kapılanların anladığı gibi değil…

Ulu Allah gerek Mekke’de ve gerekse Medine’ye göç edildikten sonraki ilk dönemde Müslümanları savaştan kaçınmaya çağırarak onlara “elinizi savaştan uzak tutarak namaz kılıp zekât veriniz” diye buyurmuştur. (4) Sonra da onlara savaşmak için izin vererek onlara “zulme uğradıkları için savaşanlara izin verildi. Hiç şüphesiz Allah onlara zafer kazandırmaya muktedirdir. O kimseler ki, sırf “Rabbimiz Allah’tır” dediler diye haksiz yere yurtlarından çıkmaya zorlanmışlardır. Eğer Allah bazı kimseleri diğerlerinin aracılığı ile gidermeseydi, manastırlar, kiliseler, havralar ve içlerinde Allah’ın adı çokça anılan camiler yıkılırdı. Hiç şüphesiz Allah kendinden yana olanları destekler. Çünkü O, güçlü ve azizdir. Allah’tan yana olanlar o kimselerdir ki, eğer onları yeryüzünde yerleştirirsek namazı kılarlar, zekâtı verirler, iyiliği emredip kötülükten, sakındırırlar. Hiç şüphesiz işlerin sonu Allah’a aittir.” (Hacc, 39-41)

Arkasından Müslümanlar tarafından sataşma olmaksızın savaş açanlara karşı savaşmak emredildi ve şöyle buyuruldu:

“Size saldıranlara karşı, Allah yolunda siz de savaşınız.” (Bakara, 190)

Daha sonra kendilerine, müşriklere kitle halinde savaş açmaları emrolundu:

“Müşrikler size nasıl kitle halinde savaş açıyorlarsa siz de onlara karşı kitle halinde savaşınız.” (Tövbe, 36)

Başka bir ayette de şöyle buyuruldu:

“Kendilerine kitap verilmiş olanlardan Allah’a ve Ahiret gününe inanmayan, Âllah ve Resulünün haram kıldıklarını haram saymayan ve hak dini din olarak kabul etmeyenlerle size boyun eğerek kendi elleri ile cizye verinceye kadar savaşınız.” (Tövbe, 29)

Görüldüğü gibi ve İbn-i Kayyim’in belirttiği gibi, savaş ilk başta yasaktı; sonra ona izin verildi, Arkasından, karşı taraf başlayınca, savaş emredildi, daha sonra tüm müşriklere karşı savaşılması emrolundu.

Cihatla ilgili Kurân delillerindeki ciddiyet, cihadı teşvik eden hadislerdeki ciddiyet, İslâm’ın ilk döneminde ve tarihin uzun bir dönemi boyunca girişilen cihad olaylarındaki ciddiyet, bu kesin ciddi tavır, günümüz pratiği ile İslâm’ın cihad kavramını yozlaştırmaya yeltenen müsteşriklerin hücumu karşısında yılgınlığa düşenler tarafından ileri sürülen yorumun üzerinde durulmasına bile imkân vermez.

Bu konuda Allah’ın ve Onun Resûlünün buyurduklarını dinledikten sonra, İslâm’daki cihad olaylarını sırası içinde inceleyen hangi kimse, gelip geçici saplantılara bağlı ve dayanıksız bir takım görüşlere kapılarak sınır güvenliği sağlayan bir savunma çizgisine nasıl saplanıp kalabilir?!

Ulu Allah, indirdiği, savaşa izin veren ayetlerde, dünya hayatının değişmez bir ilkesi olarak yeryüzünden fesadı giderebilmek için insanların bir kısmının diğerlerine karşı çıkması gerektiğini müminlere açıkladı. Ulu Allah şöyle buyuruyor:

“Zulme uğradıkları için savaşanlara izin verildi. Hiç şüphesiz, Allah onlara zafer kazandırmaya muktedirdir. O kimseler ki, sırf ‘Allah Rabbimîzdîr’ dediler diye haksız yere yurtlarından çıkmaya zorlanmışlardır. Eğer Allah bazı kimseleri, diğer bazı kimselerin aracılığı ile gidermeseydi, manastırlar, kiliseler, havralar ve içlerinde Allah’ın adı çokça anılan mescitler yıkılırdı.”

İslâm ne zaman alenilerin Rabbi olarak Allah’ın benimsenmesini gerçekleştirmek ve insanları kula kulluktan kurtarmak üzere evrensel bildirisi ile ortaya çıktı ise, Allah’ın yeryüzündeki ortaksız yetkisinin hırsızları da oklarını ona çevirmişler ve asla onunla barış içinde bulunmaya yanaşmamışlardır. Buna karşılık İslâm da, insanları onların boyunduruğundan kurtarmak için, yeryüzünde insanın başından bu yetki hırsızlarını savmak için, köklerini kazımak amacı ile olanlar üzerine yürümüştür. ‘Dinin tümü Allah için’ oluncaya kadar kurtuluş amaçlı cihadın son bulmayacağı devamlı bir durumdur bu.

Mekke’deyken savaştan uzak durmak, uzun vadeli plânın bir merhalesinden başka bir şey değildi. Hicretin ilk döneminde de durum buydu. Hicretten kısa bir süre sonra Müslüman cemaati Medine dışına çıkmaya sevk eden faktör, sadece şehrin güvenliğini sağlamak değildi. Bu gerekli ilk amaçtı, fakat sonuncu hedef değildi. O seferberlik imkânını garantileyen ve seferberlik karargâhının güvenliğini sağlayan bir hedefti. İnsanı kurtarmak için, insanın özgürce davranmasını engelleyen köstekleri gidermek için girişilecek seferberlik imkânını..

Mekke döneminde Müslümanların kılıçlı cihattan uzak durması, anlaşılır bir olgudur. Çünkü orada çağrıyı serbest şartlar altında gerçekleştirebilme ortamı vardır. Çağrının sahibi (yani Peygamberimiz) Haşimoğullarının kılıçlarının himayesinde çağrıyı ortaya sürebiliyor, akıllara ve kalbilere seslenebiliyor ve bildirisi ile fertlerin karşısına çıkabiliyordu.” Orada O’nu çağrıyı tebliğ etmekten alıkoyan ve fertlerin kendisini dinlemesine engel olan siyasî bir otorite yoktu. O yüzden bu merhalede kuvvet kullanmak gerekli değildi. Kuvvete başvurmaya gerek duyulmamasının bunun yanında başka geçerli sebepleri de vardı. Ben bu sebepleri; ‘Fi Zîlal-il Kurân’da Nisa suresinin “Kendilerine ‘elinizi savaştan uzak tutunuz ve namazı kılıp zekâtı veriniz’ denilen kimseleri görüyor musun? Onlara savaşmak farz edilince aralarından bazıları insanlardan, Allah’tan korkar gibi, hatta daha fazla korkarak ‘Ey Rabbimiz, bize niye savaşmayı farz kıldın, yaşama süremizi biraz daha uzatsaydın ya’ dediler. De ki; ‘Dünya zevki kısadır, oysa ki, Ahiret, takva sahipleri için daha hayırlıdır. Size kıl kadar haksızlıktır edilmeyecektir” mealindeki ayetini tefsir ederken bu sebepleri özetlemiştim. O özetin bir kısmini buraya almanın hiç bir mahzuru yoktur:

“Belki de bu (kuvvete başvurmanın emredilmeyişi) Mekke döneminin belirli şartlar içinde, belirli bir yapıdaki belirli bir kavmi eğitme ve ileriye hazırlama dönemi olduğu için böyle olmuştur. Böyle bir yapı içinde girişilen eğitim ve hazırlamanın amaçlarından biri, himayesi altında bulunanlarla kendi şahsına karşı alışkanlıkları uyarınca onur kırıcı olarak sayıp katlanmadığı davranışlara karşı Arap insanının sabırlı olmasını sağlayacak bir nefis terbiyesidir. Böylece kişiliğinin dar görüşlü endişelerinden ayrılacak, özünden sıyrılacak, artık gerek kendisi ve gerekse himayesi altında tuttuğu kimseler, nazarında hayatının ekseni ve eylemlerinin itici sebebi olmayacaktı.

Diğer bir amaç da sinirlerine hakim olması konusunda onu eğitmek olabilirdi. Böylece, özelliği gereği, ilk karşılaştığı faktör karşısında parlamayacak ve ilk heyecanlandırıcı etken karşısında ayranı kabarmayacak, huy ve davranışlarına ağırbaşlılık, soğukkanlılık hakim olacaktı. Diğer bir amaç da bu insanı hayatta karşılaştığı her problemin çözümünde başvuracağı, alışkanlık ve geleneklerine ne kadar ters düşse de, her davranışını emirlerine uygun olarak yapabileceği bir yönetim mekanizması olan düzenli bir topluma uyacak şekilde eğitmek olabilirdi. İşte bunlar, disiplinli bir yönetim mekanizmasına uyan, yetişkin, uygar, barbarlık ve kabilecilik geleneklerinden sıyrılmış bir “İslâm toplumu” kuracak bir Müslüman şahsiyetinin hazırlanmasında temel taşı teşkil ediyordu.

Belki de bunun sebebi, Kureyş kabilesi gibi şeref ve onuruna düşkün, kendisi ile bu merhalede girişilecek bir savaşın onu aşırı inatçılığa sürükleyip yeniden kanlı intikamlara sevk edebileceği bir ortamda barışçı çağrı, daha etkili ve daha geçerli olmasıydı. Yani Araplar arasında alışılagelenlere benzer “Dahis-ü Gabra” ve “Besus” savaşları gibi bir çok kabilenin tamamen kökünü kazımış ve yıllarca süren çatışmalara yol açacak yeni bir intikam ateşi tutuşabilirdi. Artık hiç dinmeyecek olan bu yeni kin alevi zihin ve hatıralarında İslâm’la özdeşleştirilmiş olurdu. Bu yüzden, İslâm da işin başındayken, bir kurtuluş çağrısı, bir din olmaktan çıkar ve aslî simasını bir daha hatırlanamayacak şekilde unutturan bir intikam ve kin hatırasına dönüşürdü.

Belki de bu her evde savaşa ve çatışmaya yol açmaktan kaçınmak için böyle olmuştu. Çünkü orada müminlere işkence çektiren, görevi üzerine almıştı. Herkese kendi büyüğü, hem işkence çektiriyor, hem eziyet ediyor ve hem de onu yetiştiriyordu. Böyle bir ortamda savaşa izin vermek demek, her evde çatışma ve vuruşma olması demekti. Sonra “işte İslâm budur” denecekti. İslâmiyet savaştan uzak durmayı emrettiği halde yine de bu söz söylendi.

Hac mevsiminde Mekke’ye ziyaret ve ticaret için gelenler arasında Kureyşliler “Muhammed, aşiret ve kavmini bölmek bir yana, evlâdı ile ana-babasının arasını bile açıyor” diye propagandaya girişmişlerdi. Eğer her evde, her mahallede evlât ana-babasını ve köle efendisini öldürsün diye emir buyurulsaydı, acaba durum ne olurdu? Belki de, bunun sebeplerinden biri, ilk Müslümanlara dinlerinden dolayı eziyet eden, işkence çektiren ve sıkıntı veren kimselerin, sonradan İslâm ordusunun ihlâslı erleri, hatta kumandanları olacağı hakkındaki İlâhî bilgi idi. Nitekim Hz. Ömer İbn’ül Hattab bunlardan biri olmadı mı?

Belki de bunun sebeplerinden biri, kabile yapısı içinde Arap gururunun eziyet çektiği halde dâvasından dönmeyen mazlum karşısında başkaldırması olmuştur. Özellikle bu zulüm saygıdeğer kimselere karşı işlendiği zaman, Kureyş bünyesinde bu görüşü destekleyen bir çok gelişmeler görülmüştür. İbni Dağne, saygıdeğer bir insan olan Hz. Ebu Bekir’in (ra.) Mekke’den göç etmesine razı olmamış, böyle bir olayı Araplar için küçültücü görerek O’na komşuluk ve himaye teklif etmiştir. Bu çeşit tezahürlerin sonuncusu Haşimoğulları üzerine uygulanan kuşatmanın Ebu Talip aracılığı ile vermiş olduğu gedik olmuştur. Müslümanlara reva görülen uzun açlık ve işkencelerden sonra… Oysa ki, zamanla zillete düşmüş eski bir uygarlığın beslediği bir toplumda işkence karşısında susmak, alay ve maskaralık ile saldırgan zalimi, zorbayı alkışlama vesilesi olabiliyor! (Yazar, burada, özellikle Müslüman Kardeşlere Cemal Abdünnasır tarafından uygulanan zulüm karşısında Mısır halkının tutumunu ima etmiş olmalıdır. –Çevirenin notu-)

Diğer bir sebep de o zaman Müslümanların sayısının az oluşu ve sırf Mekke’de bulunmaları olabilir. Çünkü çağrı, Arap yarımadasının diğer kısımlarına ya henüz ulaşmamış veya dağınık haberler halinde ulaşabilmiş durumda idi. O sırada diğer Arap kabileleri, mesele nasıl çözümlenecek diye, Kureyş kabilesinin iç bünyesinde doğabilecek olan bir savaş karşısında tarafsız bir tavır takınıyorlardı. Böyle bir durumda kopabilecek olan sınırlı bir savaş, sayısı henüz az olan Müslüman cemaatin top yekûn kıyımı ile sonuçlanabilirdi. O zaman verilecek şehitlerden birkaç kat daha fazla kimse öldürülmüş olsa bile; şirk yerinde kalacak, Müslüman cemaat ortadan silinecek ve böylece yeryüzünde ne İslâmî bir düzen ve ne de pratik bir cemiyet yapısı kalacaktı. Oysa ki, İslâm, yaşama metodu ve aksiyona dönük, yaşanan bir toplum düzeni olmak için gelmiş bir din idi.

Medine’deki ilk döneme gelince, Peygamberimizin (sa.) yerli Yahudiler ve müşrik Araplarla imzaladığı antlaşma, merhalenin özelliğinin gerekli kıldığı bir taktiktir.

Bu durumun birinci sebebi, Medine’de çağrı ve bildiri için ortamın uygun olması idi. Çağrı ve bildiri ile halk arasına girerek ona engel olacak bir siyasî otorite yoktu. Bütün ilgili karşı taraflar, yeni Müslüman devleti ve siyasî konularda Peygamberimizin (sa.) tasarruf yetkisini tanımışlardı. Yapılan antlaşma, karşı taraflardan herhangi birisinin, Peygamberimizin (sa.) izinsiz olarak dış ilişki kurmamasını, harp hazırlığına girişmemesini ve başkaları ile yeni ittifaklar imzalamamalarını içeriyordu. Açıkçası, Medine’de gerçek otorite Müslümân yönetiminin elinde bulunuyordu. Buna göre çağrının önü açıktı. İnanç hürriyeti ile halk arasındaki serbestlik yürürlükte idi.

İkinci bir sebep ise Peygamberimiz (sa.) bu dönemde sırf Kureyş kabilesi ile baş başa kalmak istiyordu. Çünkü Kureyş kabilesinin karşı çıkışı, bu din hesabına, kabilenin iç hesaplaşması nasıl sonuçlanacak diye bekleyen diğer Arap kabileleri karşısında, bir çıban başı teşkil ediyordu. Bu yüzden Peygamberimiz (sa.) ‘seriyyeler’ (küçük akıncı birlikleri) sefere çıkarmaya girişti. İlk sancağı, hicretten sonra yedinci ayın başında Hz. Hamza İbni Abdülmuttalip’in eline vererek kendisini sefere çıkarmıştı. Hicretten sonra dokuzuncu, on üçüncü ve on altıncı ayların başlarında bu seriyyelerin sefere çıkışı devam etti. Bu arada sıra, hicretten sonra on dördüncü ayın başında ve Recep ayı içinde, Abdullah İbni Cahş (ra.) komutasında sefere çıkan seriyyeye geldi. İlk çatışma ve vuruşmanın yer aldığı sefer bu olmuştu ve bu olay ‘haram ayı’ içinde oluyordu. Şu ayet bu olay hakkında inmişti:

“Sana ‘Haram ayı içinde çatışma var midir’ diye sorarlar. De ki; Bu ayda savaşmak ağır bir günahtır. Fakat Allah’ın yolunu kapatmak, O’nu inkâr etmek, Mescid-i Haram ziyaretine engel olmak ve halkı buradan göçe zorlamak, Allah katında, daha ağır bir günahtır. Fitne, kargaşalık, savaştan daha ağır bir günahtır. Ellerinden gelse, sizi dininizden döndürünceye kadar sizinle savaşmaktan geri durmazlar. İçinizden dininden dönerek ölen kimseler kâfîrdir. Onların amelleri, dünyada da Ahirette de boşa gitmiş olur. Onlar, orada ebediyen kalmak üzere cehennemliktirler.” (Bakara sûresi, 217)

Aynı yılın Ramazan ayı içinde büyük Bedir savaşı oldu. “Enfal” suresi bunun üzerine indi.

Pratik gelişmeler arasından durumu incelemek, “dar anlamdaki ‘savunma’ İslâm hareketinin temel ilkesi idi” demeye imkân vermez. Günümüz pratiği karşısında ve yanıltıcı müsteşrik hücumları önünde yılgınlığa düşenlerin dediği gibi!

İslâm’ın gelişme hareketlerine sadece savunma amaçlı gerekçeler yakıştırmaya yeltenenler, Allah’ın korumasına mazhar olup da yeryüzünden Allah’ın otoritesi dışında kalan tüm otoriteleri ortadan kaldırıp dinin tümünün Allah için olduğu bir ortamda cihana şamil bir insan kurtuluşunun bildirisini gerçekleştirmek için ısrar edenler hariç, Müslümanlarda dinamizmin kalmadığı, daha doğrusu İslâm’ın bile kalmadığı bir dönemde müsteşriklerin hücum akımına kanıp da İslâm’daki cihad için edebî gerekçeler araştıran kimselerdir!

İslâm’ın genişleme dönemi, Kurân’ı Kerim’deki ilgili ayetlerin dışında hiçbir edebî gerekçeye muhtaç değildir.

Ulu Allah (cc.) şöyle buyuruyor:

“Buna göre dünya hayatına karşılık Ahreti satın alanlar, Allah yolunda savaşsınlar. Allah yolunda savaşırken öldürülenlere veya yenenlere büyük bir mükâfat vereceğiz.

Size ne oluyor da Allah yolunda ve ‘Rabbimiz, bizi halkı zalim olan bu beldeden çıkar, bize katından bir kurtarıcı ver, bize katından bir destekçi gönder’ diyen zavallı yaşlılar, kadınlar ve çocuklar uğrunda savaşmıyorsunuz? Müminler Allah yolunda savaşırlar. Kâfîrler de zorbalar (tağut) uğrunda savaşırlar. Şeytanın yardakçıları ile savaşınız. Şeytanın hilesi pek zayıftır.” (Nisa sûresi, 74-76)

Yine Ulu Allah (cc.) şöyle buyurur:

“Kâfirlere de ki, yaptıklarına son verecek olurlarsa, geçmiş kötülükleri bağışlanır. Eğer tekrar geçmişe dönerlerse eski işlediklerinin hükmü yürürlüğe girer. Fitne ortadan kalkıncaya kadar ve bütünüyle din, Allah için oluncaya kadar onlarla savaşınız. Eğer işlediklerine son verirlerse, hiç şüphesiz, Allah Onların yaptıklarını gözetleyendir. Eğer geri dönerlerse, biliniz ki, koruyucunuz Allah’tır. O, ne güzel koruyucu ve ne güzel destekleyicidir.” (Enfal sûresi, 38-40)

Yine Ulu Allah (cc.) şöyle buyuruyor:

“Kitaplılardan (Yahudî ve Hıristiyanlardan) Allah’a, Ahiret gününe inanmayanlarla, Allah’ın ve Onun Resûlünün haram kıldıklarını haram saymayanlarla ve hak dini din edinme-yenlerle boyun eğip kendi elleri ile cizye verinceye kadar savaşınız.

Yahudiler “Üzeyr, Allah’ın oğludur” dediler. Hıristiyanlar da “Mesih (as.) Allah’ın oğludur” dediler. Bunlar kendileri tarafından uydurulmuş sözlerdir. Kendilerinden önceki kâfîrlerin sözlerini taklit ediyorlar. Allah belâlarını veresiceler, nasıl da iftira ediyorlar! Allah’ı bırakıp keşişlerini, papazlarını ve Meryem oğlu Mesih’i Rab edindiler. Oysa ki, Tek Allah’tan başkasına kulluk etmemekle emrolundular. Ki O’ndan başka ilâh yoktur, O koştukları ortaklardan münezzehtir.

Onlar ağızları ile Allah’ın nurunu söndürmek isterler, oysa ki, Allah, kâfirler istemese de, nurunu tamamlamaktan asla geri durmaz.” (Tövbe sûresi, 29-32)

Ayetlerde belirtilenler yeryüzünde Allah’ın ulûhiyetini kökleştirmenin, Onun metodunu insan hayatında gerçekleştirmenin, şeytanlar ile onların metotlarının ortadan kaldırmanın, insanlar sırf Allah’ın kulları iken ve hiç kimsenin kendi arzusu, görüşü, hukuk sistemi ile hüküm yürütmesi geçerli değilken insanları kul edinen beşerî otoriteyi kökten silmenin gerekçeleridir. “Dinde zorlama yoktur” ilkesini yürütmekle birlikte bu amaçlara varmak yeterlidir. Yani tüm otoritenin Allah’a ait olduğu, başka bir deyimle tüm dinin Allah’a ait olduğu kesinleştikten ve kulların kulluğundan sıyrıldıktan sonra inancı benimsetmek için zorlama yoktur.

Bunlar yeryüzü insanının evrensel kurtuluşunun gerekçeleridir. İnsanlar kula kulluktan kurtarıp ortaksız tek Allah’ın kulluğuna yücelterek gerçekleştirilecek kurtuluşun… Tek başına bu amaç cihad için yeterli gerekçedir. Bu gerekçeler, Müslüman mücahitlerin vicdanlarına iyice sindiği için, hiç kimse onlara neden cihada çıktıklarını sormazdı ki, “Bizanslılara yada Perslere biz Müslümanlara saldırmalarını önlemek için sefere çıktık” yahut da “Toprağımızı genişletmek ve daha çok ganimet ele geçirmek için sefere çıktık” gibi cevaplar vermeleri söz konusu olsun!

Onlar, Kadisiye savaşından önce İranlıların baş komutanı Rüstem’in arka arkaya sorduğu “buraya niye geldiniz” sorusuna karşılık Rebii İbni Amir, Huzeyfe İbni Muhsin ve Muğire İbni Şûbe’nin söz birliği halinde verdikleri cevabı alıyordu: “İsteyenleri kula kulluktan kurtarıp Tek Allah’ın kulluğuna yüceltmek, dünyanın sıkıntısından çıkarıp feraha kavuşturmak sözde dinlerin zulmünden kurtarıp İslâm’ın adaletine erdirmek için bizi Allah gönderdi. Zaten O, Resulü aracılığı ile kendi dinini kullarına göndermiştir. Çağrımızı kim kabul ederse iman edişini benimser, geri döneriz. Ülkesini, toprağını, kendisine bırakınız. Kim çağrımızı reddederse, ya cennete veya zafere ulaşıncaya kadar onunla savaşırız.”

Burada, bu dinin kendi özelliğine dayanan, evrensel bildirisinden kaynaklanan belirli merhalelerde değişen araçlarla beşer pratiğinin tüm yönlerine, uygun usullerle karşı koyan aksiyoncu metodunda saklı bulunan asli bir gerekçe söz konusudur. İslâm toprağına ve Müslümanlara karşı hiçbir saldırı tehlikesi olmasa bile, bu gerekçe öncelikle vardır. O, sırf sınırlı ve geçici savunma girişimlerine değil, sistemin özellik ve dinamizmine, insan toplumlarında varolan pratik engellerin özelliğine dayanmaktadır.

Bu gerekçe, “Allah yolunda” ve bu değerler uğrunda, Müslüman’ın malını ve canını ortaya koyarak mücahit sıfatı ile ortaya çıkması için yeterlidir. O değerler ki, bu cihadın sonunda kendisine şahsî bir ganimet payı sağlamaz. Zaten onu cihada sürükleyen faktör, şahsî ganimet endişesi değildir.

Müslüman, savaş alanında cihad etmeye çıkmadan önce kendi nefsine karşı şeytanla, aşırı arzu ve ihtirasları ile, şahsî istek ve emelleri ile, kendinin, aşiretinin ve ırkının menfaatleri ile, İslâm dışı her türlü endişe ile mücadele ettikten sonra Allah’ın otoritesini çalan yetki hırsızı zorbaların nüfuzunu ortadan kaldırıp yeryüzünde O’nun otoritesini gerçekleştirmenin dışında kalan her türlü faktörlerle en büyük cihada girişen kimsedir.

“Vatan savunması”nı İslâm’daki cihadın gerekçesi yapmak isteyenler, “sistem” konusunda göz yumuyorlar, onu vatandan daha az önemli sayıyorlar demektir. Böyle bir tutum, bu konularla ilgili İslâmî bakış açısı değildir. O sonradan ortaya çıkmış, İslâm görüşüne yabancı bir bakış açısıdır. İnanç, bu inancı yansıtan sistem ve bu sistemin hükümranlığı altında olan toplum, işte İslâmî görüşte göz önünde tutulan noktalar bunlardır. Tek başına toprağa gelince onun hiç bir ağırlık ve önemi yoktur! İslâm tasavvurunda toprağa verilen tüm değer, Allah’ın sistemi ile otoritesinin onun üzerinde geçerli olmasına dayanır. Bu sayede toprak, inancın sığınağı, sistemin tarlası, “İslâm’ın yurdu” ve insanı kurtarma aksiyonu için hareket noktası olur.

Gerçekten “İslâm yurdu”nu korumak inancı, sistemi ve bu sistemin hükümran olduğu toplumu korumak demektir. Fakat o, nihaî amaç değildir. İs1âm yurdunu korumak, İslâm cihadının son hedefi değil, ilâhî hakimiyetin kurulması için bir araçtır. Arkasından tüm yeryüzüne ve tüm insanlığa karşı orayı hareket noktası edinmek içindir. Çünkü bu dinin konusu tümü ile insan türü, alanı da bütün yeryüzüdür!

Daha önce belirttiğimiz gibi, İslâm sistemini yerleştirmek üzere harekete girişmenin karşısında devlet otoritesi, cemiyet düzeni ve toplum şartları gibi engeller vardır. İslâm bütün bunları kuvvet kullanarak ortadan kaldırmak üzere harekete geçer. Fertlerin çehresi kendisine açık olsun da maddî kösteklerden kurtarıldıktan sonra onların kalplerine ve yüreklerine seslenebilsin ve sonra da onu serbest tercihi ile baş başa bıraksın diye…

Müsteşriklerin cihad ilkesine karşı girişmiş olduklar hücumlar bizi aldatmamalı veya ürkütmemeli… Mevcut durumunu beşerî kuvvetler terazisinde taşıdığı ağırlık ve baskı omuzlarımıza ağır gelmemelidir de. İslâm’daki cihad için savunma endişesi gibi gelip geçici ve bu dinin tabiatı dışında kalan bir takım edebî gerekçeler aramaya kalkışmayalım. Çünkü bu gibi endişeler, olsa da olmasa da cihad, yolunda yürüyecektir.

Tarihî gerçeği de göz önünde tutarak bu dinin tabiatında saklı olan aslî bakış açısını, evrensel bildirisini ve aksiyoner metodunu gözlerden uzak tutmamalı ve gelip geçici savunma gerekleri ile bu aslî amacı birbirine karıştırmamalıyız.

Gerçekten bu dinin kendisine yönelen saldırılara karşı koyması kaçınılmaz bir görevdir. Çünkü Allah’ın alemlerin Rabbi olduğunu belirten ve Allah’tan başkasına kul olmaktan insanı kurtarmayı öneren, ayrıca bu varlığı cahiliye yönetimleri dışında yeni bir yönetim altına girmiş, aksiyoner ve düzen verici bir topluma yansıtan, hakimiyeti sırf Allah’a dayandırarak hiçbir beşer egemenliğini onaylamayan bağımsız ve örnek bir toplumun doğuşunu amaç edinen özelliği ile bu dinin kayıtsız şartsız varlığı, çevresini kuşatan kula kulluğa dayalı cahiliye toplumlarına karşı kendini savunmalı, aslî özelliği içindeki varlığını korumak için onları ortadan kaldırmaya girişmelidir. Yeni toplumun, kendini savunmak üzere mutlaka harekete geçmesi gerekir.

Bu, bizzat İslâm’ın doğuşu ile ortaya çıkmış vazgeçilmez bir endişedir. Bu, Müslüman’ın boynuna farz olan tercihe imkân vermez bir savaştır. Bu, uzun zaman bir arada yaşaması mümkün olmayan iki varlık arasındaki tabiî çatışmadır.

Bunların hepsi doğrudur. Bu bakış açısı uyanınca İslâm’ın varlığını savunması kaçınılmaz bir nitelik kazanır. Buna göre onun boynuna borç olan bir savunma savaşına girmesi kaçınılmazdır.

Fakat bundan daha köklü bir başka gerçek vardır. Öncelikle yeryüzünde insanı Allah’tan başkasına kul olmaktan kurtarmak için girişimde bulunmak, İslâm’ın varoluşunu sağlayan özelliklerden biridir. Böyle bir hareket, coğrafî bir sınır önünde durmaz. İnsanlığın tümü ile yeryüzünün bütününü kötülüğe, fesada ve Allah’tan başkalarının kulluğuna bırakarak ırkçı bir sınırın çizgileri içinde inzivaya çekilemez.

Bölgesel sınırları içinde kula kulluk düzeni yürütmelerine İslâm karışmadığı takdirde, evrensel kurtuluş bildirisi ile çağrısını sınırlarının içine taşımayıp kendilerini halleri ile bırakmaya razı olduğu takdirde İslam’a düşman kamplar, gün gelir, İslam’a saldırmayı tercih edebilirler. Fakat İslâm, oralarda mevcut yönetim mekanizmasının maddi engelleri söz konusu olmaksızın kapılarını açtıklarının güvencesi olarak cizye vermek suretiyle otoritesine boyun eğdiklerini açıklayana kadar onlarla barış antlaşması yapmaz.

Allah’ın, alemlerin Rabbi olduğunu ve tüm insanlığı Allah’ın dışında kalan her merciin kulluğundan kurtarmayı ilân eden bir bildiri olmanın gereği olarak bu dinin özelliği ve fonksiyonu budur.

İslâmi bu özellik içinde düşünmek ile onu bölgesel ve ırkçı bir sınırın içinde sıkışmış, ancak saldırı korkusunun harekete getirebileceği bir hüviyette düşünmek arasındaki fark, ikinci durumda dışa açılmak için aslî gerekçelerini yitirmesidir.

Bu dinin ne insan uydurması olan bir yaşama tarzı ne bir grup insan tarafından ileri sürülmüş bir doktrin ve ne de herhangi bir milletin sosyal düzeni olmayıp insan hayatı ile ilgili ilâhî bir sistem olduğu hatırlanınca, o zaman İslâm’ın dışa açılma gerekçeleri bütün boyutları ile ortaya çıkar. Bu ulu gerçeği idrâk etmekte kusur etmedikçe dışardan başka gerekçe aramayız. Fakat meselenin Allah’ın ulûhiyeti ile kulların kulluğu meselesi olduğunu unuttuğumuz zaman, hiç kimse insan olarak bu ulu gerçeği geri getirip yerine koyamayacağı için, İslâm’daki cihad için başka bir gerekçe aramaya bağlarız!

Kendi varoluşu ile ona saldırması kaçınılmaz olan diğer cahiliye toplumlarının varoluşu gereğince İslâm’ın ister istemez savaşa girmek zorunda olduğu şeklindeki bakış açısı ile İslâm’ın mutlaka önceden davranıp bu savaşa girmesi gerektiği biçimindeki bakış açısı arasında, başlangıçta çok büyük bir mesafe, bir fark yokmuş gibi görünebilir.

Başlangıçta bu iki bakış açısı arasında büyük bir mesafe yokmuş gibi görünür. Çünkü her iki halde de İslâm’ın savaşa gireceği kesindir. Fakat düşünceyi son noktasına kadar götürünce arada İslâmiyet’in dayandığı kavramları ve hisleri büyük ve tehlikeli çapta değiştiren korkunç bir farkın varolduğu meydana çıkar.

Önce şu görüş açısını genel hatlarıyla tanıtalım. İslâm ilâhî bir düşünce ve hayat sistemidir, yeryüzünde Allâh’ın ulûhiyetini ve tüm insanların tek Allah’a kul olmasını yerleştirmek ve bu sistemi pratik bir kalıpta şekillendirmek için gelmiştir. Bu pratik kalıp, insanların kula kulluktan kurtulup kulların Rabbine kul olduğu bir deyimle uluhiyetini yansıtan îlahî şeriattan başka hiçbir ilke ve sistem geçerli değildir. O halde hiçbir sîyasî devlet veya sosyal kurum tarafından önüne yapmacık engel çıkarılmaksızın fertlerin akıl ve vicdanlarına seslenebilmek için bu toplumun yolu üzerine dikilen her türlü engeli gidermek onun hakkıdır.

İşte İslâm’ı bu şekilde kabul etmek ile onu bölgesel sınırlarını aşmaya yönelmiş dış hücumları püskürtmekte kesinlikle hak sahibi olan ve belirli bir vatan üzerinde geçerli olan mevzii rejim olarak düşünmek arasındaki mesafe korkunçtur!

Beriki bir görüş açısı, ötekisi ise başka bir bakış açısı… İslâm her iki halde de cihad edecek olsa bile, bu cihadın motifleri, hedefleri ve sonuçları inancın derinliklerine, hattâ strateji ve tutumun içine inecek derecede biri birinden farklıdır.

İlk harekete geçen taraf olmak İslâm’ın hakkıdır.

İslâm ne bir ırka sunulmuş bir armağandır ve ne de belirli bir vatanın sosyal düzenidir, O ilâhî bir metot ve dünya düzenidir. Siyasî rejim ve sosyal kurum şeklinde önüne dikilen ve fertlerin serbest bir şekilde tercihte bulunmasını önleyen engelleri ortadan kaldırmak üzere harekete geçmek, onun hakkıdır. İnancını benimsesinler diye fertleri zorlaması gerekmez. O fertleri fıtratı bozan ve tercih hürriyetini sınırlayan yozlaştırıcı etkilerden kurtarmak üzere siyasi rejimler ile sosyal tutumlara karşı mücadele eder.

Allah’ın tüm alemlerin Rabbi olduğunu söyleyen evrensel bildirisini gerçekleştirmek ve tüm insanlığı kurtarmak için insanı kula kulluktan kurtarıp tek Allah’ın kulluğuna yüceltmek İslâm’ın hakkıdır. Gerek İslâmi anlama tarzında ve gerekse pratik içinde tek Allah’a kul o1ma ilkesi, ancak İslâmî bir düzen içinde gerçekleşebilir. Yönetici-yönetilen, siyah renkli-beyaz renkli, fakir-zengin, uzak-yakın farkı gözetmeksizin kulların tümüne karşı eşit bir şekilde boyun eğecekleri tek bir hukuk sistemi ile çıkan biricik düzen İslâm’dır. Diğer düzenlerde ise insanlar kulların kuludurlar. Çünkü hayatlarını düzenleyen yasaları, bir takım kullar ortaya koymaktadır. Oysa ki yasa koyuculuğu, ulûhiyetin özelliklerindendir. Herhangi bir kimse insanları yönetmek üzere kendi kendine yasa koyma yetkisi iddia ederse, sözlü olarak ileri sürsün, sürmesin, uygulamalı olarak ve yetki bölüşümü açısından ulûhiyet iddiasında bulunmuş demektir. Bunun yanı sıra herhangi bir kimse bu kulun söz konusu yetkisini tanırsa, açıkça söylesin veya söylemesin, o kulun ulûhiyetini tanımış demektir!

İslâm sadece inançtan ibaret değildir ki, bildirim aracılığı ile inancını insanlara ulaştırmakla yetinsin. O, aksiyoner, düzenleyici ve insanların tümünü kurtarmayı amaç edinmiş bir toplumda temsil edilen bir sistemdir. Diğer toplumlar ona bireylerinin hayatını kendi metodu uyarınca düzenleme imkânı vermezler. Buna göre evrensel kurtuluşun engelleri oldukları için bu düzenleri ortadan kaldırmak, İslâm için kaçınılmazdır. Daha önce dediğimiz gibi dinin tümünün Allah için olması demek, bu demektir. Kulluk ilkesine dayanan diğer rejimlerde olduğu gibi, o toplumda hiç bir kula boyun eğmek veya bağlılık göstermek söz konusu değildir!

Mevcut durumun baskısı altında kalan, müsteşriklerin yanıltıcı hücumlarından etkilenen günümüzün İslâm araştırmacıları bu gerçeği dile getirmede güçlüğe düşerler. Çünkü müsteşrikler, İslâmiyet’i, inanç sistemini zorla benimsetmeyi amaçlamış bir kılıç hareketi olarak tanımlamışlardır. Oysa ki, bu mikroplar, bu iddianın doğru olmadığını iyi bilirler. Fakat onlar İslâm’daki cihadın gerekçelerini bu yoldan giderek gözlerden düşürmüşlerdir. Böyle olunca savunmaya dönük gerekçelere tutunmaya sığınarak bu ithamı reddetmeye kalkışan yılgın savunucular, İslâm’ın özelliğinden, misyonundan ve öncelikle insanı kurtarma hakkından habersiz kalmaktadırlar.

Dini, hayatın pratik kurumları ile ilgisi olmayan ve sadece kalbi ilgilendiren bir inanç olarak niteleyen Batı görüşü günümüzün yılgın araştırıcılarının düşüncelerine perde çekmiştir.

Fakat İslâm’da durum böyle değildir. İslâm, insan hayatını düzenleyen ilâhî bir sistem, bir yaşama tarzıdır. O, ulûhiyet konusunda Allah’ı tek kabul edip bu ilkeyi egemenlik konusuna yansıtan ve tüm gündelik detayları ile pratik hayatı düzenleyen bir sistemdir. O halde onun için cihad, bu sistemi dile getirmek ve bu düzen içinde, her türlü etki ortadan kaldırıldıktan sonra benimseme hürriyetine dayandırılmıştır. Buna göre durum temelden değişerek yeni ve olgun bir biçim kazanmaktadır.

Nerede ilâhi sistemi uygulayan bir İslâm toplumu varsa, inanç konusunu, vicdan hürriyetine havale etmek üzere Allah ona siyasi otoriteyi ele geçirip düzenini yerleştirmek için harekete geçme, girişimde bulunma hakkını bağışlar.

Eğer Ulu Allah (cc.) Müslüman cemaate cihattan el çektirmişse bu prensip meselesi değil, plân meselesidir, inanç meselesi değil, hareketin icaplarına uyma meselesidir. Tarihin değişik merhalelerinde inen çeşitli Kurân ayetlerini bu apaçık ilke uyarınca anlayabilir, böylece onların yaşanan merhalesi hareket plânı çerçevesindeki delâletlerini birbirine karıştırmaktan kurtulabiliriz.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder