24 Aralık 2014 Çarşamba

6. Evrensel Bir Yasa: Sünnetullah

Tek Allah’a kul olmayı ve bu ilkenin uygulanışını Peygamberimizin (sa.) mesajına dayandırmayı “la ilahe illallah”, Muhammed’ün Resulullah” şahadet cümlelerinin aksiyona dönüşmüş anlamı olarak kabul edip inanç binasını gerek vicdanlarda ve gerekse pratikte tek Allah’ın kamil manada anlaşılmış kulluğu esasi üzerinde kurar ve bu kulluk ilkesini inanç, ibadet ve yasa sisteminin her üünde temsil ettirirken, İslam “la ilahe illallah, Muhammed’ün Resulullah” şeklindeki şahadet cümlelerini, hayat tarzını yansıtır, bu tarzın ana hatlarını belirler ve özelliklerini açıklar diye kabul ederek binasını, tümü il bu temel üzerine kurarken, İslamiyet, kendisini insanlığın tanımış olduğu diğer sosyal düzenlerin tümünden apayrı kılan benzersiz görüş açısı üzerine yapısını, oturturken, mesajında sırf insan varlığına değil, daha geniş kapsamlı bir varlık kaynağına, sadece insanın yaşama tarzına değil, bütün kainatın varlık üslubuna dayanır.



İslam’ın düşünce tarzı, bu kainatın tümü ile Allah tarafından yaratılmıştır, Allah’ın iradesi onu var etmeye yöneldiği için o da varolmuştur, arkasından bu kainata hareket tarzını düzenleyen, parçaları arasında davranış uyumu sağlayan ve bir bütün olarak ahenk içinde hareket etmesini garantileyen kanunları koymuştur, esasi üzerine oturur. Ulu Allah buyuruyor ki:

“Bir şeyi dilediğimiz zaman, ona sadece “ol” deriz, o da oluverir.” (Nahl, 16:40.)

Diğer bir ayet-i kerime de şöyledir:

“O her şeyi yarattı ve yarattığı şeyleri miktarına takdir eyledi.” (Furkan, 25:2.)

Tüm bu yaratılmış evrenin arka planında onu yönlendiren bir irade, hareketin düzenleyen bir önplan ve birimlerinin ahenkli bir bütün oluşturmasını sağlayan bir kanun sistemi vardır.

Kainat sisteminin birimleri arasındaki uyumu sağlayan ve tümünün hareket tarzlarını düzenleyen faktör, bu kanun sistemi ve bu değişmez kainat geleneğidir. Bu yüzden kainat ne çelişir, ne bozulur, ne çatışır ve ne de Allah’ın dilediği ana kadar düzenli ve aralıksız hareketinden geri kalır. Bunun yanında yine bu kainat, bir an bile O’nun, dileğine karşı çıkmayı, çizdiği kaderi tanımamayı ve koyduğu kanunlara karşı çıkmayı aklına getirmeyecek şekilde önceden planladığı dileğe, hareketlerini düzenleyen kadere ve birimleri arasında uyum sağlayan kanun sistemine kesinlikle boyun eğmiş, teslim olmuştur. Kainat sistemi, bütün bu özelliklere elverişlidir, Allah’ın dilediği ana kadar yikima ve kargaşalığa uğramaz. Ulu Allah buyuruyor ki:

“ Rabbimiz, O Allah’tır ki, gökleri ve yeri altı günde yarattı, sonra Arş üzerine istiva buyurdu. Birbirini artarda kovalayan gündüzü gece ile örter. Güneş, ay ve yıldızlar O’nun emrine boyun eğmiştir. Yaratma ve emir O’na mahsustu. Alemlerin Rabbi yücedir.” (A’raf, 7:54.)

İnsan da bu kainat varlığının bir parçasıdır. Onun fıtratına hükmeden kanunlar, varlığın tümüne hükmeden kanunlar sisteminden ayrı değildir. Bu varlığı olduğu gibi onu da Allah (cc.) yaratmıştır. O Maddi yapısı itibari ile bu yeryüzünün balçığından bir parçadır. Balçık maddesinin ötesinde Allah’ın ona armağan ettiği özellikler, kendisine insan olma niteliği sağlamıştı. Bu özellikler ona Allah tarafından önceden takdir edilerek sunulmuştur. Beden yapısı bakımından O, istese de istemese de Allah tarafından konmuş kanunlara bağımlıdır, varlığını ona veren O’dur.

Her şeyden öce yaratılışı ne kendi isteği ile ve ne de ana-babasının dileği ile değil, Allah’ın muradı iledir. Ana-babası çiftleşir, ama (cenin) vazedemezler. Allah’ın belirlediği gebelik ve doğum şartları uyarınca dünyaya gelir. Çocuk, bilinebilen oranları ile Allah tarafından yaratılan şu havayı, Allah’ın dilediği miktarda ve biçimde teneffüs eder. Elem çeker, haz duyar, acıkır, susar. Yer, içer. Yiyeceği ve içeceği sindirir. Kısacası, Allah’ın koyduğu kanunlar uyarınca, hiç bir irade v tercih yetkisi söz konusu olmaksızın yaşar. Allah’ın dileğine, kaderine ve kanunlarına mutlak bağımlılık bakımından bu alandaki durumu, tüm kainat varlıklarının, kainatta bulunan bütün canlıların ve cansızların durumu gibidir.

İşte kainatın tümünü ve insani yaratan, varlığın tümü için belirlediği sisteme insani da boyun eğdiren Allah, hayatının iradeye dayalı kesimini tabii kesimi ile uzlaşmalı olarak düzenlesin diye insan için bir “şeriat” bir yasa sistemi koymuştur. Buna göre şeriat, insan fıtratı ile varlığın tümüne hükmeden ve her iki kesimi de uyum içinde bütünleştiren genel ilahi geleneğin bir parçasından başka bir şey değildir.

Allah’ı her sözü, her emri, her yasağı, her vaadi, her tehdidi, her yasası ve yön verici mesajı bu genel geleneğin sadece bir bölümü ve aslında tabiat kanunları dediğimiz ilahi varlık kanunlarının birer doğrulayıcısıdır. Bu kanunların, özlerine Allah tarafından sunulmuş, ezeli bir hak uyarınca her an gerçekleştiğini görüyoruz. Onlar Allah’ın takdiri uyarınca gerçekleşiyorlar. Buna göre insan hayatıni düzenlemek üzere Allah tarafından konan “şeriat”, bir kainat yasasıdır. Bu, genel kainat geleneğine bağlı olmak ve onunla uyum halinde bulunmak manasında böyledir. Böyle olunca insan hayati ile insanın içinde yaşadığı kainatın hareketi arasında uyum sağlamak için başka deyimle, insanların görünmez fıtri yapılarına hükmeden kanunlarla ahenk sağlamak için, insanın iç şahsiyeti ile diş şahsiyeti arasında bulunması gereken zaruri uzlaşmayı gerçekleştirmek için, bu şeriatı benimsemek kaçınılmazdır.

İnsanlar evrene egemen olan bütün yasaları kavrayamayacakları, fıtri yapılarına hükmeden ve ister istemez boyun eğdikleri genel yasalar sistemini bütün yönleriyle anlayamayacakları için, insan hayati ile evrenin hareketleri arasında kusursuz bir ahenk oluşturacak bir hayat sistemi koyamazlar. Kaldı ki, insanlar kendi iç dünyaları ile gözl göüln diş dünyaları arasında bir ahenk sağlamaktan uzaktırlar. Bunu ancak, seçip onayladığı tek ve değişmez evrensel yasalar sistemi uyarınca, evreni ve insani yaratan onları yönlendiren ulu Allah yapabilir.

Bu yüzden, Allah’ın şeriatını uygulamak, İslam’ın inanç olarak varolması için vazgeçilmez nitelikte olmasından da öte, söz konusu ahengi sağlamak için de kaçınılmazdır.

halde İslam’ın ana temeli olan “lâ ilahe illallah Muhammed’ün Resûlullah” şahadet cümlelerini gerçekleştirmek üzere tek Allah’a kul olma ilkesine ihlasla sarılmak ve bu kulluğun nasıl olacağı hakkındaki rehberliği sırf Peygamberimize (sa.) hiç bir ferdin ve hiç bir cemaatin hayatında İslam varolamaz.

Evrene egemen olan yasalar sistemi ile Kainatın geleneği ile insan hayati arasında sağlanacak kayıtsız şartsız uyum, insan hayatıni kargaşalıktan koruyacağı gibi ona her yönden iyilik temin eder. İnsanlar sadece bu takdirde hem kainatla hem de kendileri ile barış içinde yaşarlar. Kainatla barış içinde olmak, insanların hareketleri ile kainatın hareketleri arasında ve insanların doğrultusu ile kainatın doğrultusu arasına meydana gelecek olan uyumdan dolayıdır. İnsanlar ile kendi nefisleri arasındaki barış da hareketleri ile fıtri yapılarının sağlıklı motifleri arasında çatışma meydana gelmez. Çünkü Allah’ın şeriatı kolayca ve gürültüye hacet bırakmaksızın, görünen davranışlar ile görünmeyen fıtri yapı arasında bağdaşma sağlar. Bu bağdaşma insanlar arası ilişkilerde ve genel gelişmelerinde başka bir uyum doğurur. Çünkü o zaman tüm insanlar kainatın genel geleneğinden bir parça olan ortak metot uyarınca davranırlar.

Ayrıca kainatın sırlarını, onda saklı olan güçler ile dolaylarında birikmiş bulunan hazineleri kolaylıkla arayıp bularak ve çelişkiye, çatışmaya yer vermeksizin, bunları bütün insanlığın yararını sağlamak üzere Allah’ın şeriatı uyarınca kullanmak insanlığa iyilik getirir.

Allah’ın şeriatının karşılığı (alternatifi) insanların arzularıdır. Ulu Allah buyuruyor ki:

“Eğer Hakk, onların arzularına uysaydı, gökler ile yer, ve içindekiler kargaşalığa düşerdi.” (Mü’minun, 23:71.)

Bu yüzden İslam düşüncesi bu dinin dayanağı olan hak ile göklerin ve yerin dayandığı hakkı birleştirdi. İslam dünya ve ahretin tüm meselelerini bu hak ilkesi uyarınca çözer. Allah, kullarını bu ölçüye göre sorguya çekerek bu ölçüyü aşanları cezalandırır. Çünkü o değişmeyen bir tek haktir. O Allah tarafından her durumda murat edilen ve kainatta bulunan tüm canlıların, cansızların,alemlerin boyun eğip uydukları kainatın geleneğidir.

Ulu Allah buyuruyor ki:

“Size, içinde ikaz edici ayetler bulunan bir kitap indirdik, hala aklinizi başınıza toplamayacak misiniz? Nice zalim beldeyi genel kırıma uğratmışız da orada başka bir kavim meydana getirmişiz. Onlar şiddetimizi tadınca ansızın oradan kaçmaya koyuldular. Kaçmayın, içine daldığınız hayata ve evlerinize dönünüz ki, sizden yaptıklarınızın hesabi sorulsun. Dediler ki, “vay başımıza gelenlere, hiç şüphesiz bizler zalim idik. Biz onları biçilmiş bir ekin yığını halinde yere serinceye kadar, durmadan bu sözlerle feryat ettiler.

Göğü, yeri ve onların arasındakileri oyuncak olarak yaratmadik. Eğer bir eğlence edinmek isteseydik, onu kendi katimizda edinirdik.

Bilesiniz ki. Biz hakkı batilin tepesine atariz da, bir de bakarsiniz ki, batıl ortadan oz duman olmuş, kaybolup gitmiştir. Yaptiğiniz yakiştirmalardan dolayi yazıklar olsun size. Göklerdekiler, yerdekiler ile O’nun katındakiler O’nun içindirler. O’na kulluk sunmaktan ne böbürlenirler ve ne de yorulurlar. Gece gündüz araliksiz, O’nu tesbih ederler.” (Enbiya, 21:10-20.)

İnsanın fitrati bu hakkı içinin derinliklerinde kavrar. Çünkü gerek yapısının özelliği ve gerekse çevresini kuşatmiş olan şu kainat tüm varlığın hakka dayandığını, hakkın köklü olduğunu, kainat geleneği üzerine oturduğunu, sarsılmaz olduğunu, değişik yollara saptirmadiğini , fonksiyonun değişmez olduğunu, dilimleri arasında çatişma olmadığını, geçici tesadüfler, çiğrından çikmiş kaçamaklar, değişken arzular ve kör ihtiraslar uyarınca yürümediğini, tam tersine her yönü ile önceden takdir edilmiş, sağlam ve ince düzeninde seyrettiğini insanın fitratina fisildar. Bu yüzden insan arzularının etkisi altında derinliklerinde sakli duran haktan ayrildiği zaman kendisi ile fitri yapısı arasında ilk çelişki başgösterir. Bu çelişki Allah’ın şeriatı yerine arzularına dayanan bir hayat yasasi edindiği zaman ve mevlasina bağimli olan şu kainat gibi Allah’a teslim olmadığı zaman meydana gelir.

Bu çelişkinin bir benzeri fertler, toplumlar, milletler, nesiller, aynı zamanda tüm insanlikla çevresini kuşatan kainat arasında da meydana gelir. O zaman kainatın tüm güçleri ve hazineleri , insanoğlunun bayindirlik ve mutluluk araci olacağı yerde bunların tümü, yikim ve düşmanlik vesilesi olur.

Buna göre yeryüzünde Allah’ın şeriatını yerleştirmenin görünüşteki amacı, sadece Ahiret için amel işlemek olmuyor. Çünkü dünya ile Ahiret, birbirinin devami olan iki tekamül merhalesidir. Allah’ın şeriatı insan hayatının bu iki merhalesi arasında ve yine insan hayati ile genel ilahi gelenek arasında uyum sağlamaktir.

Genel gelekle uyum sağlamak insan saadetini Ahirete ertelemez. Tersine saadeti, ilk merhalede, yani dünyada da gerçekleşen bir realite, elle tutulan bir pratik haline getirir. Arkadınan da bu saadeti Ahirette eksiksizlik mertebesine ve kemale ulaştirir.

İslam düşüncesinin gerek varlığın tümüne karşı ve gerekse bu genel varlık şemasi içindeki insan varoluşu karşısındaki temeli budur. Bu görüş açısı, özünde insanoğlunun şimdiye kadar tanıdıği görüş açılarından temelde ayridir. Bu yüzden İslami grüş açısı diğer hiçbir düznin, hiçbir doktrinin dayanmadığı bir takım gerekli şartlara dayanır.

Bu görüş açısına göre, Allah’ın şeriatına sarılmak, insan hayatının ve diğer kainatın hayati ile heminsan fitratini ve hem de kainatı hükmü altında tutan ilahi gelenek arasındaki sağlikli ilişkinin gereğidir. Bunun hemen arkasından bu ilahi gelenek ile insanoğlunun yaşamasini düzenleyen yasalar sistemi arasındaki ilişkilerin gerekliliği gelir. Bu gerekliliğe uyulmasi sayesinde ancak tek Allah’a kul olma ilkesi gerçekleşebilir. Kainatın da yalnızca Allah’a bağimli olduğu, hiç kimsenin onu kendi emrinde sayamayacağı ilkesi de bu gerekli şartlardan birini teşkil eder.

Bu müslüma ümmetin atasi olan Hz. İbrahim (as.) ile yeryüzü insanları üzerinde otorite sahibi olduğunu iddia eden, fakat buna rağmen yildizlar, gök cisimleri ve kainat üzerinde yetki sahibi olduğunu ileri sürmeye kalkışamayan zorba Nemrut arasında geçen tartişma bu uyumun, bu bağdaşirliğin kaçinılmazliğina işaret etmektedir.

Hz. İbrahim ona “kainatın üzerinde kimin otoritesi geçerli ise insan hayati üzerinde de tek başına onun egemen olması gerekir” deyince Nemrut’un dili tutlur ve bu apaçik delil karşısında verecek hiç bir cevap bulamaz. Ulu Allah şöyle buyurr:

“Allah kendisine saltanat verdi diye (gurura kapilarak) İbrahim ile Rabbi hakkında tartişan (Nemrud’u) görmüyor musun? Hani İbrahim ona “benim Rabbim diriltir ve öldürür deyince o “ben de diriltir ve öldürürüm” diye cevap verdi. İbrahim ona: “Allah güneşi doğudan doğduruyor, haydi sen de onu batidan doğdur bakalim” deyince kafir adam verecek cevap bulamadi. Allah zalim bir kavme hidayet vermez.” (Bakara, 2:258.)

Allah ne buyurursa doğrudur:

“Onlar Allah’ın dininden başka bir din mi ariyorlar? Oysa ki, göklerdekiler ce yerdekiler ister istemez ona boyun eğmişlerdir ve O’nun katina döndürüleceklerdir.” (Al-i Imran, 3:83.)

1 yorum:

  1. “Onlar Allah’ın dininden başka bir din mi ariyorlar? Oysa ki, göklerdekiler ce yerdekiler ister istemez ona boyun eğmişlerdir ve O’nun katina döndürüleceklerdir.”

    YanıtlaSil