24 Aralık 2014 Çarşamba

12. Yol Budur

“Burçlara sahip gökler, vadedilen gün, cuma ve arife hakkı için Ashab-i Uhdud lanete uğradı. Yalazlı ateşçiler. Hani onlar, ateşin çevresine oturmuşlar ve müminlere uyguladıkları işkenceyi seyrediyorlardı. Müminlerden intikam almalarının sebebi, sırf göklerin ve yerin maliki olan aziz ve hamid Allah’a inanmaları idi. O her şeyi görür.



Erkek-kadın müminlere eziyet ve işkence edip de sonradan tövbe etmeyenler için cehennem azabı, ateşte yanma azabı vardır.

İman edip salih amel işleyenler için de altından ırmaklar akan cennetler vardır. Bu büyük bir başarıdır. Hiç şüphesiz, Rabbi’nin sillesi pek serttir. Hiç yoktan var eden de, yeni baştan dirilten de O’dur. Günahları bağışlayan ve tövbeleri kabul eden de O’dur. Ulu Arş’ın sahibi, dilediğini hemencecik yerine getirendir.

Firavuna ve Semud’a bağlı orduların haberi sana geldi mi? Allah onları her taraftan kuşattiği halde kâfirler hakkı inkar etmekte direnirler. O yüce bir Kurân’dir. Levh-i Mahfuz’da.” [1] [1]

Buruc suresinde açıklandığı biçimi ile Ashab-ı Uhdud olayi, her yerde ve her nesil arasında insanları Allah’a çağiran herkesin üzerinde düşünmesi gereken bir gerçektir. Olaya girişi, olay ile ilgili yorumu, olaya eşlik eden açıklama ve direktifleri ile, kisacasi olayi anlatirken kullandığı üslûb ile Kurân, olay ile ilgili olarak Allah’a davet etmenin mahiyeti hakkında, bu alanda insanlığın fonksiyo-nunun ne olduğu hakkında ve yine bu geniş alanda karşılaşabileceği htimaller hakkında ana halinde derin bilgiler vermektedir. Bir kere, iyi bilelim ki, Allah’a davet etme görevinin alani yeryüzün sınırları ile dünya hayatının süresini aşar. Kurân, müminler için yol işaretleri çizmekte ve onları bizce bilinmesi imkansiz ilahi gayp aleminde gizli olan hikmet uyarınca çizilen haberin karşılaştiracağı ihtimallerden herhangi birisini göğüslemeye hazirlamaktadir.

Uhdud Olayi, Rablerine iman edip imanlarının değerini her şeyin üzerine çıkarabilmiş olan bir grubun hikayesidir. Söz konusu müminler bunun üzerine insanların hakka bağlanma; üstün iradeli, övgüye layik Allah’a inanma hakkını çiğneyen, insanın Allah katında taşidiği onuru ayaklar altına alip onu, işkence çekerkenki aciları ve ateşte yanarkenki kivranişları ile zorbaları eğlendiren bir oyuncak sayan, acimasiz pençeli ve zalim düşmanları tarafından çeşitli bela ve işkencelere uğratilirlar.

Bu müminlerin kalblerinde iman, işkence ve belaların üzerine yükselir, bu yüreklerdeki inanç, yaşamaya karşı zafer kazanarak, ölsünler diye ateşte yakilirlarken, azgin zorbaların tehditleri karşısında boyun eğmez ve dininden dönmez.

Bu yürekler hayat bağimlilığından siyrildilar, gayet iğrenç yoldan gelen ölümü gözlri önünde görürken, yaşama seviyesine yenilmemişlerdi. Yeryüzü ile ilgili tüm cazibe ve bağlantilardan siyrilarak inancın yaşamaya karşı zaferini ilan edip kişiliklerinin üstüne yükseldiler.

Bu iyilikten yana, yüce ve onurlu yürekler karşısında Allah’ı tanımamiş, şerir, zorba ve alçak bir güruh vardı. Bu alçaklar güruhunun yardakçiları ateşin karşısına oturmuş, müminlerin nasil işkence çektikleri, ne ağir acilara katlandiklarını seyrediyorlardı. Oturmuşlar, onurlu insanlar kül ve toprağa dönüşürken ateşin yediği hayat görüntüsü ile eğleniyorlardı. İyilikten yana ve onurlu mümin gruptan her delikanlının, her genç kizin, her çocuğun, her yaşlının ateşe atilişi üzerine zorbaların alçak nefislerinde beliren neş’e son hizla yükselişe geçiyor, kan ve leş çilgini naraların kulak tirmalayişi doruğuna ulaşiyordu.

İşte zorba güruhu tarafından meydana getirilen ve belirttiğimiz adilik tablosu içinde gerçekleştirilen ve sonra da asla vahşi hayvanlar tarafından bile bu kadar adicesine kalkışılmasi düşünülemeyecek olan tüyler ürpertici derecede korkunç işkence görüntüsünü hazla seyretmeye koyuldukları iğrenç olay budur. Hayvan bile böylsini yapmazdi diyoruz, çünkü yirtici hayvan, alçaklik ve bayağilik içinde avinin acilarından haz duymak için değil, karnini doyurmak için avini parçalar.

Bu olay, aynı zamanda, kurban edilen mümin ruhların yücelerek bütün nesiller ve çağlar boyunca şeref vesilesi olan erişilmesi güç bir yükseklik zirvesine uçtukları bir olaydir.

Yeryüzü kaynakli mantiğin hesabina göre azginlik, imana karşı zafer kazanmiştir. İyilikten yana, onurlu, sarsılmaz ve vakarli müminlerin yüce zirveye ulaşan imaninin, azginlik ve iman arasında meydana gelmiş olan savaşta hiçbir ağirliği ve önemi yoktur! Böyle düşünceler, Kurân ayetlerinin verdiği bilgiler gibi bu olayla ilgili olarak bize kadar ulaşan rivayetlerdeki malûmati da hatirlarına getirmezler. Kurân.ın belirttiğine göre ulu Allah Nuh’un kavmini, Hud’un kavmini, Salih’in kavmini, Şuayb’in kavmini, Lut’un kavmini, Firavun ile askrlerini nasil aziz ve muktedir sıfatları gereğince yakalarından tuttu ise söz konusu zorbaların da, daha dünyada iken, iğrenç cinayetlerinden dolayi yakalarından tutmuştur.

Acaba mesele böylece biter ve iman zirvesine yücelmiş olan müminler grubu gider mi? Ateş çukurlarında çektikleri tüyler ürpertici acilarla birlikte giderler mi? Bunakarşılik bu kadar adi bir cinayeti işlemiş olan azgin güruh, işledikleri yanında kalarak gider mi?

Yeryüzü hesabina göre, böyle üzücü bir netice, insan kalbinde silinmez bir iz bırakır!

Fakat Kurân müminlere başka bir şey öğretiyor, onlara başka bir gerçek gösteriyor, onlara kiymetlerini tartan değer ölçüleri ile giriştikleri mücadelenin alanini tanıtiyor.

Hayat ve onun içerdiği haz ve elem karakterli zevk ve mahrumiyetler, bu terazide büyük değer taşimaz. Bunlar kazanç ve zarar hesaplarını belirleyen “mallar” değildir. Zafer, zahiri galibiyetten ibaret değildir. Zahiri galibiyet, zaferin çeşitli şekillerinden sadece biridir.

Allah’ın terazisinde büyük değer, iman değeridir. İlahi pazarda “geğer akçe” karakteri taşıyan “mal” imandir. En onurlu zafer, ruhun maddeye karşı, inancın aciya karşı, imanın fitneye karşı kazandığı zaferdir. Bu olayda müminlerin ruhları aciların korkusuna karşı, hayata ve yeryüzünün diğer cazip unsurlarına ve fitneye karşı her dönemde insanlığın tümüne şeref kazandiracak şekilde zafer kazanmiştir. İşte asil zafer budur.

İnsanların tümü ölür fakat sebebler değişik olur. Fakat herkes böyle bir zafer kazanamaz, herkes bu yüceliğe ulaşamaz, herkes bu şekilde tüm bağimliliklar-dan kurtularak o yüce ufuklara doğru bu şekilde kanatlanamaz. Bu sevgili kullarını, ölümde insanları ortak ederken şeref payında herkesi geride biraktiran ilahi bir tercih ve bağiştir.

Bu şeref ve itibar Yüceler Cemaati katında olduğu gibi dünya insanlarının gözünde de söz konusudur. Ardarda gelen nesillerin bakış açısını hesaba katarsak bunun böyle olduğu anlaşiliverir.

O müminler, imanlarından vazgeçmenin karşılığı olarak hayatlarını kurtarabi-lirlerdi. Fakat kendi kendilerinden neler yitirirlerdi? Tüm insanlik o zaman neler kaybederdi? Bu büyük manayi öldürünce neler kaybederlerdir. İnançsiz hayatın boş olduğu, hürriyetsiz hayatın iğrenç olduğu, zorbaların vücudları tahakküm altına aldiktan sonra, bir de ruhları da pençeleri altına alinca hayatın önemini yitirdiği manasini.

Bu onurlu bir manadir. Bu büyük bir manadir. İşte onlar yeryüzünden ayrilirken ve insanlara henüz onlara değecek kadar yakinken bu manayi kazandilar. Fani cesetleri yanarken zafer kazanan, ateşte arinan bu onurlu manadir.

Ayrıca bu savaşın alani sırf yeryüzü ve sadece dünya hayati değildir. Bu savaşın seyircileri de sadece herhangi bir insan nesli değildir. Yüceler cemaati da yeryüzü olaylarına katilir, onlara şahid ve seyirci olarak bu olayları gerek herhangi bir yeryüzü neslinden ve gerekse tüm nesilleri ile bütün insanliktan farkli bir ölçü ile değerlendirirler. Yüceler cemaati, yeryüzünün insan nüfusundan kat kat daha fazla olan onur sahibi ruhlardan meydana gelir. Hiç şüphe yok ki, Yüceler Cemaatinin övgüsü ve takdiri yer halkının kanaatinden, her çeşit ölçüye göre, kesin olarak daha önemli ve daha baskindir.

Bunların tümünün ötesinde bir de Ahiret vardır. Bu alan, gerek objektif gerçek açısından ve gerekse bu gerçeğin müminde doğurduğu idrak açısından dünya alanini kendisine bağlı ve ayrılmaz parça kabul ettiren temel alandir.

O halde savaş sona ermiş değildir. Gerçek sonucu sa henüz ortaya çikmamiş-tir. Bu uzun vadeli savaşın yeryüzüne yansiyan bir bölümüne göre verilecek hüküm, doğru bir hüküm olamaz. Çünkü böyle bir hüküm, uzun vadeli savaşın küçük ve kisa süreli bir bölümüne dayanır.


İlk bakış açısı, aceleci karakterli insanoğlunu ilgilendiren dar alanli ve kisa cadeli bir bakış açısıdır. İkinci bakış açısı ise Kurân.ın müminlere kazandirmak istediği geniş çapli ve uzun vadeli bakış açısıdır. Çünkü bu bakış açısı, sağlam iman kavramının dayandığı gerçeği yansitmaktadir. Bu yüzdendir ki, imana ve ibadete karşılik, belalara sabretmeye mukabil, hayatın fitneleri önünde kazanilan zaferlere karşılik Allah’ın müminlere va’di, gönül huzurudur. Ulu Allah şöyle buyurur:

“Bunlar iman edenler ve Allah’ın zikri ile gönülleri huzura kavuşanlardır. Hey, gönüller, ancak Allah’ı zikrederek huzura kavuşabilirler.” [2] [2]

Bu mükafat, bir bakima, Rahman olan Allah’ın sevgisidir:

“İman edip salih ameller işleyenlere Rahman olan Allah, sevgi bahşedecek-tir.” [3] [3]

Bu mükâfat, aynı zamanda Yüceler Cemaati arasında anılmaktir. Peygamberi-miz (sa.) buyuruyor ki:

“Kulun çocuğu ölünce Allah meleklerine “Kulumun çocuğunun canini aldiniz mi” diye sorar. Melekler, evet, derler. Ulu Allah “onun mevlasini kalbının ciğer paresini aldiniz mi” diye sorar. Melekler, evet, derler. Yüce Allah “kulum ne dedi” diye sorar. Melekler “sana hamdetti ve herşeyin sana döneceğini açıklayan ayetini okudu” diye cevap verirler. Bunun üzerine Allah meleklere “o kulum için cennette bir saray yaparak adini ‘Hamd Evi’ diye koyun” buyurur.” [4] [4]

Yine Peygamberimiz (sa.) şöyle buyurur:

“Kulum Ben’im hakkımda ne düşünüyorsa Ben onun için oyum. adımı aninca Ben onunla birlikteyim. Eğer adımı içinden anarsa Ben de onu içimden anarim. Eğer Beni bir cemaat içinde anarsa Ben de kendisini, onunkinden daha hayirli bir cemaat içinde anarim. Eğer kendisi Bana bir kariş yaklaşirsa Ben ona bir dirsek boyu yaklaşirim. Eğer o Bana bir dirsek boyu yaklaşirsa ben ona bir kulaç yaklaşirim. Eğer kendisi Bana yürüyerek gelirse Ben ona koşarak giderim.” [5] [5]

Diğer taraftan, söz konusu mükâfat, Yüceler camaatının yeryüzünde müminlerle ilgilenmesidir. Ulu Allah şöyle buyurur:

“Arş’i taşıyan ve onun çevresinde bulunan melekler, hamdederek Rablerini tesbih ederler, O’na inanırlar ve; “Ey Rabbimiz, senin ilim ve rahmetin her şeyi kapsar. Tevbe edip senin yoluna uyanların günahlarını bağişla, onları cehennem azabından koru” diyerek Allah’a inananların affedilmesi için dua ederler.” [6] [6]

Bu mükâfat, diğer yönden, şehidler hesabina Allah katında yaşamaya devam etmektir. Ulu Allah şöyle buyuruyor:

“Allah yolunda öldürülenleri sakin ölü sayma, tersine onlar Rableri katında riziklanan dirilerdir. Onlar Allah’ın faziletinin eseri olarak kendilerine sunduğu bağişlarla sevinç içindedirler. Onlar “kendileri için ne korkunun ve ne de hüzünün söz konusu olmadığını belirterek henüz kendilerine katılmayan geride kalanları müjdelerler. Onları Allah’ın bağiş ve nimetleri (ile) ve Allah’ın müminlerin mükâfatini eksiksiz olarak vereceği gerçeği ile müjdelerler.” [7] [7]

Bunlar yanında, müminin imanina e salih amellerine verilecek diğer bir karşılik da, hakkı yalan sayanların zorbaların ve cinayet irtikapçilarının Ahirette yakalarına yapişilacağı şeklindeki mükerrer ilahi va’ddir. Her ne kadar bu kimselerin, baziları zaman zaman, yaptikları kötülüklerin bir kısım cezasini dünyada iken çeikyorlarsa da, Allah onlara yeryüzünde mühlet tanımakta, kendini blirli bir süre için yaptikları ile başbaşa birakmaktadir. Ulu Allah şöyle buyuruyor:

“Kâfirlerin yeryüzünün çeşitli yörelerinde oradan oraya dolaşmasi seni aldatmasin. Biraz nimet, sonrasında barinakları cehennemdir. Orasi ne fena bir barinaktir.” [8] [8]

Yine ulu Allah buyuruyor ki:

“Allah zalimlerin işlediklerini sakin bilmez sanma. O, onları, sadece, gözlerin dehşetten belereceği güne birakmaktadir. Onlar, o gün gözleri belermiş, boyunları bükük ve birbirlerine bile dönüp bakamaz halde olurlar. Yürekleri de bomboştur.” [9] [9]

Yine ulu ayni konuda ulu Allah buyuruyor:

“O halde hakkı inkar edenleri birak, kendilerine va’d olunan güne erinceye kadar günahlara dalip oyalansinlar. O gün dikili putlarına doğru koştukları gibi koşarak, gözleri dehşet içinde v her yönden zilletle kuşatilmiş olarak kabirlerin-den çıkarlar. İşte kendilerine haber verilen gün, o gündür.”

İşte bu şekilde insanların hayati, Yüceler Cemaatinin hayatına; dünya Ahirete bağlıdır. Buna göre hayirla şer arasındaki, hakk ile batıl arasındaki, iman ile azginlik arasındaki savaşın alani sadece dünya değildir. Bunun gibi, dünya hayati bu çatişmanın kesin sonucu ve belirleyici karşılaşma dönemi değildir. Nitekim hayat ve hayatla ilgili zevkler, acilar, hazlar ve elemler asil kritere göre yüksek bir değer taşimamaktadir.

Gerek mekan açısından, gerek zaman açısından ve gerekse değer ölçüleri bakımından alan genişlemiştir. Mümin vicdanının ufukları da genişlmiş, verdiği emeklerin önemi artmiştir. Buna karşılik yeryüzü ile üzerindekiler, dünya hayati ile onunla ilgili olan şeyler küçük kalmiştir. Mümin gördüğü ve tanıdıği fuklar e hayatlar kadar büyüklük kazanmiştir. İşte “Ashab-ı Uhdud” olayi, böylesine geniş, yaygin büyük ve onurlu iman kavramını geliştirmede zirve noktasini teşkil etmektedir.

“Ashab-ı Uhdud” olayi ve “Buruç Sûresi” Allah’a davet etme görevinin niteliğini ve her ihtimal karşısında davetçilerin takinacağı tutumunu, başka bir yönden, aydinliğa kavuşturmaktadir.

İnsanları Allah’a çağirma tarihi, yeryüzünde, sonuçları değişik bir çok dâvet örneğine şahit olmuştur.

Tarih Nuh kavmının, Hud kavmının, Şuayb kavmının, Lût kavmının yerle bir edilmesine ve buna karşılik sayica az mümin cemaatlerin kurtuluşuna şahit olmuştur. Sadece kurtuluşlarına dair bilgimiz var. Kurân daha sonra, bu olaylarda kurtulanların yeryüzünde ve dünya hayatında bir rol oynayip oynamadikları hakkında bir bilgi vermiyor. Bu örnekler de belirtir ki, bazan ulu Allah hakkı inkâr eden zorbaların bir bölüm cezasini öne alip, dünyada vermeyi murat etmektedir. Cezanın asil büyük bölümü ise, kendilerini öbür tarafta beklemektedir.

Öte yandan Allah’a davet tarihi Firavunla ordusunun boğulup Hz. Musa ile kavmının kurtuluşuna, daha sonra Hz. Musa’nin kavmini bir bölgeye yerleştirmesine bu kavmin orada tarihlerinin hakka en bağlı dönmlerini yaşamasina şahittir. Musa’nin kavmi, her ne kadar, hiçbir zaman tam doğrultuya girememiş ve yeryüzünde Allah’ın dinini geniş çapta bir hayat tarzı olarak benimseyememiş ise de, bu durum birinci guruptakilerden değişik bir örnektir.

Bunun yanında insanları Allah’a çağirma eyleminin tarihi, hidâyete ve gönüllerine yerleşen inancın şaşirtici bir güç kazanmasi gibi tam bir zafer kazanmalarına da şahid olmuştur. Böylece insanlik tarihi boyunca sadece bir defaliğina, ne daha önce ve daha sonra insanlik tarafından başka bir benzeri yaşanmamiş bir yetkinlikte Allah’ın hayat sistemi insan hayatına egemen olmuştur. İnançtarihi boyunca daha az açıkliğa kavuşmuş gerek eski, gerek yeni bir takım başka örnekler de kaydedilmiştir. Tarih, sonuç yönünden belirtilen iki kutuptan bazan birine bazan da öbürüne daha yakin düşen değişik örnekler vermektedir.

“Ashab-ı Uhdud” olayi ile birlikte diğer bir çok uzak yakin olaya yansiyan örneklerden kurtuluş yoktur. Müminlerin kurtulamadığı ve buna karşılik kâfirlerin yakalarına yapişılmadığı bu çeşit örnekler kaçinılmazdir! Bu da müminlerin Allah’a giden yollarında, bazan böyle bir sonuca davet edilebileceklerini, kendi ellerinde hiçbir şeyin olmadığını, gerek kendilerinin ve gerekse inançlarının akibetinin Allah’a ait olduğunu kesinlikle idraklerine yerleştirmeleri içindir!

Onların yapmaları gereken şey, görevlerini yerine getirip gitmektir. Görevleri de Allah’ı tercih etmektir. İnançlarını hayata tercih etmektir. İmanları ile dinden döndürme amaçli baskiları boşa çıkarip, sinavi başarıyla vermektir.

Hem niyette ve hem de amelde Allah’ı tasdik etmektir. Bundan sonra Allah gerek Allah onlara, gerek onlara karşı dikilen düşmanlara ve gerekse dini ile bu dine çağiran dâvetine karşı dilediği gibi davranır. Böylece onlara iman tarihinin tanıdıği sonuçlardan herhangi birinin benzerini nasip edebileceği gibi kendilerine bunların hiçbirine benzemeyen, yalnızca kendisinin bildiği ve gördüğü bir sonuç da gösterebilir.

Onlar Allah’ın işçileridirler. Allah nerede, ne zaman ve nasil çalişmalarını dilediyse o şekilde çalişip belirli ücretlerini almişlardır. Çağriya belirli bir sonuca göre yön vermek ne onlara düşer ve ne de böyle bir şey ellerindedir. Bu iş çağrının sahibini ilgilendirir, işçinin işi değildir!

Onlar ilk safhada gönül huzuru, şuur yüksekliği, düşünce güzelliği, engellerden ve cazip unsurlardan siyrılma ve her durumda korku ve hayal kiriklığından kurtulma mükâfati alirlar. İkinci safhada bu küçük yeryüzünde iken “Yüceler Cemaati”nin övgüsünü, anmasini ve onurlandirmasini mükâfat olarak alirlar. Sonra da onlar son safhada, Ahirette, kolay hesaplaşma ile büyük nimet payi mükâfatlarını alirlar.

Bu safhaların her birinin yanında, tümünden daha büyük bir mükafat olarak, Allah’ın rizasi ile Allah’ın kaderinin vesilesi ve kudretinin perdesi olarak seçilmelerinin ve o yeryüzünde ne murat etmişse onu onlar vasitasi ile gerçekleştirmesinin şerefi vardır.

Kurân.ın metodu, ilk dönemdeki seçkin Müslüman cemaati böylece eğiterek onları benliklerinden ve şahsı meselelerinden siyirdiği gibi bu örnek müminler, dâvanın akibetine kişiliklerini kariştirmayarak dâvanın asil sahibi yanında ücretli işçileri gibi çalişip her durumda ve şart karşısında Allah’ın takdirine razi olmuşlardır.

Peygamberimizin eğitim metodu da Kurân.ın direktiflerine paralel olarak kalbleri ve bakışları cennette ve gerek dünyada gerekse Ahirette Allah’ın muradına uyarak O’nun belirlediği rolü yerine getirmeğe yönelmiştir.

Peygamberimiz (sa.) sahabilerden Ammar.ın, ana-babası ile birlikte Mekke’de işkenceye tabi tutulduğunu görür. Onlara sadece Sabir, ya Yasir ailesi, size vadedilen yer cennettir” buyurmakla yetinir.

Habbab İbni Ered (ra.) der ki:

“Bir gün Peygamberimiz (sa.) Kâbe’nin avlusunda hirkasina bürünmüş oturuyorken O’na halimizden şikayet ettik ve “bizim için zafer dile, bize dua buyur” dedik. O bize şöyle cevap verdi:

“Sizden önceki devirlerde adam yakalanır ve kendisi için kazilan kuyuya gömülürdü. Sonra da bir testere getirilerek onunla başı biçilip ikiye ayrilirdi. Vücudu eti kemiğinden bile daha derinlere inen demirden taraklarla taranırdi. Bütün bu işkenceler onu dininden uzaklaştirmazdi. Vallahi, Allah bu davayi, San’a’dan yola çıkan bir deve yolcusunun Allah’tan başka hiç kimseden korkmaksizin ve sürüsüne kurt üşüşeceğinden de çekinmeksizin Hadramut’a kadar yol almasini sağlayacak şekilde amacına, kesinlikle, ulaştiracak, ama siz acele ediyorsunuz.” [10] [10]

Her durumun ardında ve her gelişmenin ötesinde Allah’ın bir hikmeti vardır. Perde ardında sakli olan gizli hikmetini, uzun vadeli bir plana ve muradına uygun olarak gelişen heikmetini, sadece kainatı çekip çeviren, O’nun başlangici-ni ve akibetini bilen ve Onun olayları ile ilişkileri arasında uyum sağlayan Allah bilir.

Zaman zaman üzerinden nesiller ve çağlar geçtikten sonra çağdaşlarının hikmetini idrak edememiş oldukları bir olayin sebebini bize açıkliyor. Oysa ki, o olaya şahid olanlar belki de “niçin, ya Rabbi niçin”, diye sormuşlardı. sırf bu soru bile müminin kendisinden sakinmasi gereken bir cahilliktir. Çünkü onun her şeyden önce bilmesi gerekir ki, her takdirin ardında bir hikmet vardır. Bunun yanında, onun düşünmesindeki engin ufuk; gerek zaman, gerek mekan ve gerekse değer ölçüleri bakımından varolan vade uzunluğu, herşeyden önce, kendisini böyle düşünmekten alikoyar ve kaderin verdiği rol uyarınca teslimiyet ve güven içinde yolunda yürümeye devam eder.

Kurân-ı Kerim, emaneti taşimaya hazirladığı kalbleri yetiştırıyordu. Bu yürekler öyle dayanikli, öyle güçlü ve öyle fedâkar olmalıydı ki, herşeylerini verip her türlü sıkıntıya katlandikları halde şu yeryüzünde hiç birşey bekleme-meli, bakışlarını sırf Ahirete yöneltip, Allah rizasından başka hiçbir amaç taşimamalıydılar. Bu yürekler yeryüzünde hiçbir kisa vadeli mükafata talip olmaksizin sıkıntı, işkence, mahrumiyet, horlanma ve ölüme kadar varan her türlü fedakarliği göğüsleyerek yeryüzünü bir baştan öbür başa katetmeye hazir olmalıydılar. Söz konusu olan mükafat ve dâvetin zafere ulaşmasi, İslamin ve Müslümanların güçlü duruma gelmeleri, hatta, daha önceki dönemlerin bazi zorbalarının başına geldiği gibi Allah’ın aziz ve muktedir sıfatları uyarınca zalimlerin yakasina yapişip onları helak etmesi bile olsa yine durum değişmez!

Girişecekleri yeryüzü yolculuğunda, önlerinde hiçbir şeyin karşılığı olmaksizin sadece vermek bulunduğunu bilen hakla batıl arasındaki kesin hesaplaşmanın yeri olarak sadece Ahireti gören kalbler ortaya çikinca ve Ulu Allah verdikleri sözde, giriştikleri taahhütteki niyetlerinin temiz olduğunu bilince onlara yeryüzünde zafer vererek bu emaneti onların ellerine teslim etti. Bu zafer, onların şahıslarına sunulmuş bir mükafat olarak değil, yeryüzünde ilahi hayat tarzını yürürlüğe koymak için kendilerine nasip edilmişti. Dünyada yaptiklarına karşılik olarak hiçbir ganimetin verilmesini beklemedikleri günden beri ve sırf Allah’a yönelerek yaptiklarına karşılik O’nun rizasından başka hiçbir mükafat bilmedikleri andan beri onlar bu emaneti taşimaya lâyik hale gelmişlerdi.

İçinde zaferden bahsedilen, içinde ganimetlerden bahsedilen, içinde müminlerin eli ile müşriklerin yakalarına yapişilacağından bahsedilen bütün ayetler Medine’de inmiştir. Yani belirtilen safhaya gelindikten ve bu meseleler müminin planını, bekleyişini ve şahsı amacını aşar bir noktaya geldikten sonra. Kesin zafer de Allah’ın muradı insan hayatında bu metot ile ilgili, gelecek nesillerin görebileceği belirli bir uygulama şeklinde açıkliğa kavuşturulmuş bir pratik bulunmasını gerektirdiği içindir. Yoksa bu zafer, sıkıntıların, yorgunlukların, fedakarlikların ve aciların bir mükafati değildir. O, sadece ardında, şimdi görmeye giriştiğimiz bir hikmet saklayan ilahi bir kaderin uygulamasidir!

Bu bakış açısının her yerde ve her nesil arasında Allah’a davet edenler tarafından üzerinde durulup derin derin düşünülmesi gerekir. Bu bakış açısı, hiçbir yanilgiya düşürmeksizin onlara “Yolun işaretler”ini göstermeye ve sonuç ne olursa olsun, bu yolu sonuna kadar aşmak isteyenlerin adımlarını sağlam basmalarını sağlamaya yeterlidir. Sonra gerek davet eylemleri ve gerekse şahısları ile ilgili olarak Allah ne takdir buyurmuşsa o gerçekleşir. Onlar kesik başlar, şehid düşmüş cesetler, terler ve kanlarla kapli yolları boyunca zafere, galibiyete veya hakla batıl arasındaki kesin hesaplaşmanın yeryüzünde ortaya çıkmasına göz dikmezler. Fakat ulu Allah, dâvasi için, dini için bu neticelerden herhangi birini veya birkaçini veya tümünü gerçekleştirmeyi murat ediyorsa; Allah’ın murat ettiği kesinlikle meydana gelecektir. Yoksa aciların ve fedakarlikların mükadati olarak değil, asla! Çünkü yeryüzü, karşılik verme yurdu değil, Allah’ın davasini dilediği şekilde tebliğ etmek üzere seçtiği kullar eli ile bu dâva ve bu hayat tarzı ile ilgili takdirinin gerçekleşme alanidir. Mümin yüreklere bu onur verici seçim yeter, ki onun yanında gerek dünya hayati ve gerekse dava uğruna girişilen yeryüzü yolculuğu esnasında karşılaşilan sevinç ve üzüntüler basit ve önemsiz kalir.

“Uhud” olayi ile ilgili olarak Kurân-ı Kerim’in verdiği yorumlardan biri de şu ayette belirtilen gerçektir. Ulu Allah buyurur:

“Onlara müminleri kinamaları, sadece (onların) aziz ve hamid olan Allah’a inanmalarından dolayidir.” [11] [11]

Bu, hangi nesil içinde ve nerede olursa olsun, insanları Allah’a davet eden herkesin, üzerinde durmasi gereken bir gerçektir.

Müminlerle düşmanları arasındaki çatişma, özünde, inanç çatişmasidir, kesin olarak başka bir şey değildir. Müslümanların düşmanları onlara karşı sırf imanlarından dolayi öfke duymakta, sadece inançları yüzünden onlara karşı kin beslemektedirler. Aradaki savaş siyasi, ekonomik veya ırkçılik endişesine dayanan bir savaş seğildir. Bunlardan biri olsa durdurulmasi, problemlerinin çözülmesi kolaylaşirdi. Fakat özünde inanç savaşidir. Yani ya küfür olacak, ya iman, ya cahiliye yürüyecek ya İslam!

Müşriklerin ileri gelenleri Peygamberimize sadece bir tek şey karşılığında mal, mülk ve mevki teklif ediyorlardı. Bu şey, O’nun inanç mücadelesinden vazgeçmesi, bu davayi savsaklamasi idi. -Haşa ona- eğer yaptikları tekliflere müspet cevap vermiş olsaydi, onlarla arasında hiçbir mücadele kalmazdi.

Demek ki, mesele inanç meselesi, savaş inanç savaşidir. Müminlerin, nerede bir düşmanla karşılaşsalar bu gerçeği kesinkes bilmeleri gerekir. Çünkü onlara yönelen düşmanliğin tek hedefi “Aziz be Hamid olan Allah’a inanmak”, ibadet ve bağlılığı sırf Allah’a yöneltmektir.

Müminlerin düşmanları savaşın gerçek sebebini müminlerin gözlerinden saklayip onların ruhlarındaki iman aşkını söndürebilmek için bu savaşta ekonomik, siyasi veya ırkçıliğa dayali değişik bir bayrak dalgalandirabilirler. Fakat müminlerin yanilgiya düşmemeleri gerekir, bu göz boyamacıliğinin gizli bir amaca dayandığını iyi bilmeleri gerekir. Savaşın bayrağını değiştirenler, onları aldatip ellerinden gerçek zaferin silahini almak istemektedirler. Hangi şekliyle gerçekleşen bir zafer olursa olsun. İster “Uhdud Olayi”ndaki müminlerde olduğu gibi ruhların kanatlanmasi şeklinde olsun, isterse ilk Müslümanlarda olduğu gibi ruh kanatlanmasından ileri gelen üstünlük sağlama şeklinde olsun.


Bu bayrak sahtekarlığının bir örneğini, bu gün, bizleri savaşın asil realitesi hakkında yanıltmak isteyen, tarihi tahrif etmeye yeltenerek Haçlı savaşlarının ardında yatan amacın sömürgecilik olduğunu sanmamızı sağlamaya kalkışan Haçlı dünyasının bu girişiminde açıkça görebiliriz. Asla. Tersine sonradan ortaya çıkan sömürgecilik, Orta çağdaki Haçlı seferlerinin benzerlerini gerçekleştiremeyen Haçlı ruhunun bir maskesidir! Bu ruh, çeşitli ırktan Müslümanların komutası altındaki bir inanç kayası altında ezilmiştir. Bu ordunun başında kürd asıllı Selahaddin-i Eyyubi’den Memlûkilerin başı olan Turan Şah’a kadar çeşitli ırktan komutanlar vardı. Fakat hepsi de ırkını unutarak inancını ön plana çıkarmışlar ve böylece inanç bayrağı altında zafere ulaşmışlardı.


Evet, “onların müminleri kınamaları sadece aziz ve hamid olan Allah’a inan-mallarından dolayıdır.”

Ulu Allah’ın buyurduğu ne kadar doğru, buna karşılık göz boyayıcı sahtekarların söyledikleri ne kadar yalandır!



[1] Buruc Suresi.
[2] Ra’d, 28.
[3] Meryem, 96.
[4] Tirmizi.
[5] Buhari, Müslim.
[6] Gafir, 7.
[7] Al-i Imran, 169-171.
[8] Al-i İmran, 196-197.
[9] İbrahim, 42-43.
[10] Buhari.
[11] Buruç, 8.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder