26 Aralık 2014 Cuma

2. Kuran Metodunun Özelliği

a) Kurân’ın Mekke’de inen kısmı, Peygamberimize (sa.) tam on üç yıl boyunca tek bir davadan bahsetti. Değişmeyen tek bir davadan… Fakat tamamen tekrardan uzak olarak. Çünkü Kurân üslubu, her seferinde o davayı ilk defa söz konusu ediyormuş gibi yeni bir ifade tarzı içinde takdim etti.


Kurân’ın Mekke’de inen kısmı bu dinin başlıca davası, en büyük davası, temel davası olan inanç ile ilgilendi. Bu dâvanın temelinde uluhiyet, kulluk ve bu ikisi arasındaki ilişki yatıyordu.

Kurân bu gerçekle “insana” sesleniyordu. İnsan olma niteliği ile… O zamanın Arap insanı ile bütün dönemlerin insanı bu açıdan eşittir. O zamanın ve bütün dönemlerin Arap insanı ile diğer insanlar arasında fark olmadığı gibi.

Çünkü o dava “insan”ın değişmez dâvasıdır. Çünkü dava, onun bu varlık içindeki mevcudiyeti ve akıbeti meselesidir. Onun bu varlık ve şu canlılar ile olan ilişkisi dâvasıdır. Onun bu varlığın yaratıcısı ve şu canlıların yaratıcısı ile olan ilişkisi dâvasıdır. O değişmez bir davadır. Çünkü o varoluşun ve insanın dâvasıdır.

Kurân’ın Mekke’de inen kısmi insana kendi varlığı ile çevresindeki varlık bütününün sırrını açıyordu. Ona kim olduğunu, nereden geldiğini, sonunda nereye varacağını, onu yokluk ve meçhulden kimin getirdiğini, kimin geri götüreceğini, vardığı yerde akıbetinin ne olacağı anlatıyordu.

Yine ona gözleri ile gördüğü ve diğer duyu organları ile algıladığı bu varlık yekûnunun ne olduğunu, bu varlığın ötesinde dikkatli bakışlarla taradığı halde göremediği bir gayp alemini kimin yarattığını, onu kimin planladığını, kimin yönettiğini, görüp durduğu gibi onu kimin yenileyip değiştirdiğini bildiriyordu. Bunun yanında ona şu varlık aleminin yaratıcısına ve bizzat varlıklara karşı nasıl davranacağını, ayrıca kulların diğer kullara karşı nasıl bir tavır takınmaları gerektiğini açıklıyordu.

Bu mesele insan varlığının dayandığı en büyük dava idi. Hangi dönem ve çağ olursa olsun, bu mesele insan varlığının dayanağı ve gerekçesi olan en büyük mesele olmakta devam edecektir.

İşte bu minval üzere tam on üç yıl bu büyük dâvanın, onun dayanağını meydana getiren gerekçe ve açıklamalardan başka insan hayatında onun ötesinde hiçbir şeyin bulunmadığı dâvanın anlatımı ile geçti.

Kurân’ın Mekke’de inen kısmı… Yüce Allah bu konunun gerektiği ölçüde açıklığa kavuştuğunu bilinceye kadar, Allah’ın bu dini kökleştirmesini tasdik ettiği, bu dine örnek teşkil eden pratik bir düzen kurma görevini omuzlarına yüklediği o seçkin insan grubunun kalplerinde sağlam ve sarsılmaz bir biçimde yerleştiğini görünceye kadar bu temel davayı aşıp bu dâvanın dayanacağı hayat düzeni ile ilgili bilgilere girişmemiştir.

Allah’ın dinine ve bu dini pratik hayatta temsil edecek bir düzen kurmaya çağıranlar herkesten çok bu büyük gerçek üzerinde uzun uzun durup düşünmelidirler. Kurân’ın Mekke’de inen bölümünün on üç yıl boyunca bu inanç sistemini açıklamak konusu üzerinde yoğunlaşması… Öyle ki, onun dayandığı düzenin detaylarına ve bu inancı benimseyen Müslüman bir cemiyette yürürlükte tutulacak olan hukuk sistemine hiç değinmeden sırf bu konu ile ilgilenmesi gerçeği…

Allah’ın hikmeti, Peygamberimizin görevlendirilişinin ilk günlerinden itibaren dâvet amacı olarak ilk konunun inanç konusu olmasını ve Peygamberimizin (sa.) ilk adımını “Allah’tan başka ilâh olmadığına” şahadet etmeye çağırarak atmasını ve insanlara gerçek Rablerini tanıtarak O’nun dışında hiçbir şeye tapmamalarını bildirerek yoluna devam etmesini dilemiştir.

Bu tutumun, görünüşe göre ve kısır insan aklının idrâki açısından Arapların kalbine ulaşması kolay olmamıştır! Oysa ki, gerek “İlah” kelimesinin ve gerekse “lâ ilâhe illallah” (Allah’tan başka ilah yoktur) cümlesinin manasını kendi lügatlerinden biliyorlardı. “Uluhiyeti” tekliğe kavuşturup bu konuda Allah’ın ortaksızlığına inanmanın, hakimiyet yetkisini kâhinlerin, kabile reislerinin, emir ve hükümdarların elinden alarak, bir bütün halinde, Allah’a teslim etmek demek olduğunu biliyorlardı. Yani gönüller üzerindeki hakimiyeti, dini törenler ile ilgili hakimiyeti, hayatın pratik yönleri ile ilgili hakimiyeti, malla, hukuk sistemi ile, ruhlarla, bedenlerle ilgili olan hakimiyet dilimlerini bölünmez bir bütün halinde olarak…

“Lâ ilâhe illallah” cümlesinin ulûhiyet kavramının taşıdığı en önemli özelliğe haksız yere el koyan yeryüzü kaynaklı otoriteye karşı bir başkaldırma olduğunu, bu haksız el koymaya dayanan her çeşit oldu bittiye karşı başkaldırmak olduğunu, Allah’ın izni olmaksızın kendilerince uydurulan yasalar uyarınca cemiyeti yöneten otoritelerinin inceliklerine vakıf oldukları için “lâ ilâhe illallah” cümlesinin öz manasını iyi bilen insanlar olarak Arapların bu çağrının, gerek kendi durumları açısından gerekse de başlarındaki reisler ve otorite temsilcileri açısından ne demek olduğunun farkında olmadıkları düşünülemez. Bu çağrıya -ya da başkaldırmaya- bilindiği şekilde sert tepki göstererek ona karşı herkesin bildiği biçimde kesin bir ölüm kalım savaşına girişmeleri bu yüzdendi. İslam’a dâvet hareketi niye bu konuyu başlama noktası olarak seçmişti? İlahi hikmet, neden bu davetin bunca sıkıntıya katlanarak başlamasını gerekli görmüştür?

Peygamberimiz (sa.) bu din ile gönderildiği zaman en verimli ve zengin Arap yöreleri Arapların elinde değildi, başka milletlerin elindeydi. Kuzeyde Şam yöresinin tümü Bizanslıların yönetimi altındaydı. Buraları Bizanslılar tarafından tayin edilen Arap valiler idare ederdi. Yemen yöresinin tümü Perslerin yönetimi altındaydı, buralarını da Persler tarafından görevlendirilen Arap valiler idare ederdi. Arapların elinde sadece Hicaz, Tihame, Necd ile öteye beriye serpilmiş bazı yeşil vahaların dışında verimli yeri olmayan kupkuru çöller vardı.

Denebilir ki, Peygamber olmadan önce Kureyş kabilesinin ileri gelenleri tarafından hakem tayin edilen ve Allah Resulü olarak görevlendirilişinden on beş yıl önce verdiği hüküm hoşnutlukla karşılanan “güvenilir” ve “doğru” lakaplı, Kureyş kabilesinin en soylu oymağı Haşimoğullarının bir koluna mensup olan Hz. Muhammed (sa.) hiç şüphesiz, iç ayaklanmalarla didişmelerin yiyip bitirdiği Arap kabilelerini bir araya getirmeyi amaçlayan bir Arap milliyetçiliği şuuru uyandırabilir, bu kabileleri milliyetçi bir hedefe yönelterek güneyde Pers ve kuzeyde Bizans imparatorlukları tarafından sömürge olarak el konan topraklarını kurtarabilirdi. Bundan sonra da “Arapçılık” ve “Arap milliyetçiliği” bayrağını dalgalandırarak Arap yarımadasının tümü üzerinde kavim unsuruna dayalı bir birlik kurabilirdi.

Söylenebilir ki, Peygamberimiz (sa.) böyle bir çağrı ile ortaya çıksa, on üç yıl boyunca yarımada yetkililerinin keyfi arzularına karşı direnerek sıkıntı çekeceği yerde, yöreden tüm Araplar çağrısına koşarlardı.

Yine ileri sürülebilir ki, bütün Araplar çağrısına uyarak O’nu yönetim ve önderlik mevkiine geçirince, her türlü devlet yetkisini elinde toplayınca prestijinin doruk noktasındayken, bütün bu imkanları, tevhid inancını yerleştirme uğrunda kullanması çok daha kolay olurdu, insanları önce beşeri hakimiyeti altına aldıktan sonra kendilerine Rablerinin egemenliğinde kul olmayı daha rahat benimsetebilirdi.

Fakat her şeyi bilen yüce Allah, elçisini bu yöne yöneltmedi. O’nu “lâ ilahe illallah” diye haykırarak ortaya çıkmaya, böylece hem kendisini hem de çağrısına inanan bir avuç azınlığı türlü sıkıntılara katlanmağa yöneltti!

Niçin? Hiç şüphesiz, yüce Allah elçisini ve yanındaki müminleri sıkıntıya sokmak istemez.

Tersine milliyetçilik çağrısı ile ortaya çıkmanın yararlı bir yol olmadığını yüce Allah bildiği için elçisini böyle yönlendirdi. Toprağı Bizanslı zorbanın (Tağut’un) veya Persli zorbanın elinden kurtarıp Arap bir zorbanın eline vermek çıkar yol değildi. Çünkü zorbanın her çeşidi zorba idi. Toprak Allah’ındı ve Allah için kurtarılması gerekirdi. Üzerinde “lâ ilahe illallah” sancağı dalgalanmadıkça hiçbir toprak parçası Allah için kurtarılmış olmazdı.

İnsanları şu toprak parçası üzerinde hüküm süren Bizans veya Roma zorbasından kurtarıp Arap bir zorbaya teslim etmek çıkar yol değildi. zorbanın her çeşidi zorbadır çünkü. İnsanlar sadece Allah’ın kulları idiler. “Lâ ilâhe illallah” sancağı dalgalandırılmadıkça insanlar sırf Allah’ın kulları olamazlardı. İrfan sahibi her Arap’ın anladığı bütün lügat manaları ile “lâ ilâhe illallah” sancağını… Yani, hakimiyet sırf Allah’a mahsustur. Hiç kimse diğer bir kimse üzerinde egemenlik kurmaya yetkili değildir. Çünkü hakimiyet yetkisi tümü ile Allah’a mahsustur. Çünkü İslam’ın insanlar hesabına kabul ettiği “milliyet”, Arap’ı, Bizanslıyı, İranlıyı, diğer bütün millet ve renklerdeki insanları Allah’ın sancağı altında eşitleştiren inanç milliyetçiliği idi.

İşte çıkar yol buydu.

Peygamberimiz bu dinle gönderildiği zaman Arap toplumu adalet ve servet dağılımı açısından alabildiğine kötü bir durumda idi. Çok ufak bir azınlık, gelir kaynakları ile ticareti elinde tutuyor, faize dayalı işlemler yolu ile ticaret ve gelir kaynaklarını katmerli bir biçimde artırıyordu. Geride kalan ezici çoğunluk ise açlık ve sefaletten başka hiçbir şeye sahip değildi. Servet sahipleri, aynı zamanda, şeref ve itibarın da sahipleri idiler. Büyük çoğunluk ise gelir kaynağı ile itibarı birlikte yitirmişlerdi!

Peygamberimizin (sa.) bu dini sosyalist bir bayrak diye dalgalandırarak varlıklı zümreye karşı savaş açabileceği, onu yerleşmiş düzeni değiştirmeyi gaye edinen bir çağrı olarak ifade edip zenginlerin malını yoksullara geri alabileceği yolunun daha kolay bir çözüm olduğu ileri sürülebilir!

Denebilir ki, eğer Peygamberimiz (sa.) o gün böyle bir çağrı ile ortaya çıksaydı, bir yanda varlık, itibar ve mevkiine dayanarak işi iyice azıtanlara karşı çıkan yeni çağrının yanındaki ezici çoğunluk, öbür tarafta da söz konusu dünyalıkları ellerinde bulunduranlardan ibaret iki cephe ile karşılaşırdı. Böylece bir avuç azınlık dışında toplumun tümü, “lâ ilahe illallah” sancağının karşısına tek cephe halinde dikilmezdi.

Yine ileri sürülebilir ki, Peygamberimiz ezici çoğunluğun taraftarlığını sağlayıp onların başına geçerek bu kuvvetle azınlığı yenip liderliğini pekiştirdikten sonra kazandığı otorite ve gücü, görevi olan Tevhid inancını yerleştirmek için kullanarak başında beşeri otoritesine boyun eğdirdiği insanlara Allah’ın egemenliğini haydi haydi benimsetebilirdi.

Fakat yüce Allah O’na böyle bir yol göstermedi.

Çünkü yüce Allah, bunun çıkar yol olmadığını biliyordu. Çünkü sosyal adaletin her şeyi Allah’a dayandıran, Allah’ın emrettiği, herkesi gözeten adaletli bölüşümün gönüllü olarak ve hoşnutlukla benimsemenin köklü bir inanç kavramından kaynaklanması gerektiğini yüce Allah biliyordu. Böyle olunca alanın da, daha önceki mülküne el konanın da kalbine Allah buyruğuna dayalı bir düzene uyduğu fikri yerleşecek, her iki taraf da bu konuda Allah’a uyarak dünya ve ahirette iyilik ve mükafat kazanacağını umacaktı. Böylelikle bazı kalpler ihtirasla, diğer bazıları kinle dolmayacak. Her konuda kılıca, sopaya, korkutmaya, yıldırmaya başvurmak zorunluluğu doğmayacak ve “lâ ilâhe illallah” dişi temellere dayanan düzenlerde görüldüğü gibi manevi sarsıntılar meydana gelmeyecekti.

Peygamberimizin (sa.) görevlendirildiği günlerde, bedeviliğe dayalı saf fazilet unsurlarının varlığına rağmen, Arap yarımadasındaki ahlak seviyesi bir çok bakımdan alabildiğine düşüktü. Karşılıklı zulüm ve haksizlik, cemiyette salgın bir haldeydi. Hakim Şair İbni Ebi Sulma, bu durumu şöyle anlatır:

“Çevresini silahı ile korumayan kimse, yıkılır,
Başkalarına zulmetmeyen kimse zulme uğrar.”

Cahiliye döneminin şu halk deyişi de bu gerçeği dile getirir:

“Zalim olsun, mazlum olsun kardeşine yardım et.”

İçki ve kumar söz konusu tahakküme dayanan söz konusu cemiyetin başlıca gelenek ve iftihar vesilelerinin başındadır. Cahiliye şiirinin tümü bu özelliği belirtir. Nitekim Tarafa İbn-i Abd bu konuda şöyle der:

“Delikanlılık hayatının özelliklerinden olan (şu) üç şey olmasaydı,

Ecdadın hakkı için, ziyaretçilerimin (hayatımdan ümit kesip) ne zaman kalktıklarına hiç aldırış etmezdim.

Onlardan biri, içmeden tanınmış ayyaşları geride bırakmamdır.

Kehribar renkli şarabı ki, içine su karıştırılınca köpürüverir.

İçki içmem ve ondan lezzet bulmam,

Fakir-zengin soylu- baldırı çıplak herkese har vurup harman savurarak vermem aşiretimin tümünün çevremde de dört dönüp,

Katran yaldızlı deve gibi seçilip tek kalışıma kadar devam eder.”

Çeşitli kılıklara bürünen açık seçiklik da o cemiyetin özelliklerindendir. Bu açıdan o günkü cemiyetin durumu, eski yeni bütün cahiliye cemiyetlerinin aynısı idi. Nitekim Hz. Ayşe (rha.) şöyle rivayet eder:

Cahiliye devrinde dört türlü nikah vardı: Onlardan biri bugünkü nikahtı. Adam birinin evlatlığına veya kızına talip olurdu. Karşı taraf razı olunca adam da o kız veya evlatlıkla evlenirdi. Bir başka evlenme şekline göre adam karisinin aybaşının bitiminde ona: “Filân kişiye var ve ondan döl edin” derdi. Kadın dediği gibi yapınca, o kimseden gebe kaldığı anlaşılıncaya kadar kocası ona yanaşmazdı. Kadının gebe kaldığı anlaşılınca, adam isterse karısı ile yatıp kalkabilirdi. Adam, çocuğun nesebi karışmasın diye böyle davranırdı. Bu evlenmeye, “döl edinme evlenmesi” denirdi.

Diğer bir nikah şekli de şöyle idi: Sayısı ondan az olan bir grup erkek bir araya gelerek bir kadının yanına girerler ve hepsi onunla kalırlardı. Kadın, gebe kalıp çocuğunu doğurunca, o erkeklere haber salardı. Erkeklerin hiçbiri gelmezlik edemezdi. Hepsi yanına gelince kadın onlara “Yaptığınız işin sonucunu görüyor musunuz? Bu çocuğu ben doğurdum. Ey falan oğlu bu çocuk sendendir” diyerek sevdiği erkeğin adını söyler ve çocuğu adama verirdi. Adam bu çocuğu almazlık edemezdi.

Dördüncü bir nikah şekli de şöyle idi: Bir çok erkek bir kadının yanına girerdi. Kadın, gelenleri reddedemezdi. Onlar fahişe kadınlardı. Evlerinin kapılarına durumlarını belirten bir işaret asarlardı. İsteyen içeri girip onunla kalırdı. Kadın gebe kalıp çocuğunu doğurunca nesep uzmanları bir araya gelip onunla beraber bulunan erkekleri çağırırlar ve kadının doğurduğu çocuğu vardıkları kanaate göre birine nispet edip o kişinin oğlu ilan ederlerdi. Çocuk da artık o adamın oğlu olarak bilinirdi, adam bu çocuğu reddedemezdi. [1]

Denebilir ki, Peygamberimiz (sa.) bu dini, ahlakı güçlendirecek, cemiyeti arıtacak ve vicdanları temizleyecek bir reform (ıslahat) çağrısı olarak açıklayabilirdi.

İleri sürülebilir ki, Peygamberimiz (sa.) o takdirde, ahlak ıslahatçısının her cemiyette bulabileceği, sosyal kirlilikten rahatsızlık duyan, ıslahat ve arıtma çağrılarına katılmaktan iftihar ve vicdan rahatlığı bulan temiz insanların desteğini yanında bulurdu.

Herhangi biri diyebilir ki, eğer Peygamberimiz (sa.) böyle davranmış olsaydı, cemiyetin temiz ahlaklı, yüce ruhlu, inanç sistemini benimseyip taşımaya elverişli olan iyi insanlar grubu, daha ilk günden “lâ ilâhe illallah” çağrısına karşı güçlü bir direnme ile karşı koyacaklarına, ilk adımda, hemen O’nun davetini kabul ederlerdi.

Fakat yüce Allah bu tutumun çıkar yol olmadığını biliyordu! O biliyordu ki, ahlâk ancak ölçüler koyan ve değerler sistemini yerleştiren bir inanç temeline dayanabilir. Ayrıca söz konusu ölçü ve değerler sistemini ayakta tutan siyasi egemenlik ile bu siyasi egemenliğin sahip olduğu herkese kabul ettirdiği ceza mükafat yetkisi de inançsız varolamaz. Buna göre inanç sistemini yerleştirip ona dayalı bir siyasi hakimiyet kurmadıkça söz konusu değerler sisteminin tümü ve bu değerlere dayanan ahlak kuralsız, otoritesiz, mükafat ve ceza biçme yetkisi olmayan dağınık bir şey olurdu.

O zor günlerden sonra inanç sistemi ve bu inanç sistemine dayanan siyasi otorite yerleştikten, insanlar Rablerini tanıyıp sırf O’na kul olup ve aşırı arzuların boyunduruğundan kurtulduktan, “lâ ilâhe illallah” daveti kalplerde kökleştikten sonra, Allah, bu dine ve bağlılarına, çeşitli başka metotlar teklif edebilecek olanların öngördüğü her başarıyı nasip etmiştir. Arap yarımadası, Bizans ve Fars boyunduruğundan kurtuldu. Üzerinde Arap egemenliği yürürlüğe girsin diye değil, Allah’ın buyruğuna dayalı bir hakimiyet kurulsun diye… Arap yarımadası, Bizans olsun, Fars olsun yahut Arap damgası taşısın, her türlü zorbanın boyunduruğundan kurtuldu. Cemiyet sosyal zulümlerin her türlüsünden arındı. Allah’ın buyurduğu adaleti benimseyen, Allah’ın terazisi ile tartan, üzerinde “lâ ilâhe illallah” cümlesi bulunan, sırf Allah’ın adına dayalı, yabancı hiçbir sıfat takınmaksızın sadece “Allah” unvanını taşıyan bir sosyal adalet sancağı dalgalandırılmış bir “İslam düzeni” kuruldu.

Ender istisnalar dışında, şeriatın koyduğu sert veya hafif tedbirler bile uygulanmaksızın, vicdanlar ahlak ile arındı, kalpler ve ruhlar temizlendi. Çünkü kalplerde kökleşen bir denetim mekanizması kuruldu. Allah’ın hoşnutluk ve sevabının özlemi ile azabından duyulan korku ve utanç, denetim ve cezanın yerine geçtiler.

Böylece cemiyet, düzen, ahlak ve yaşama tarzı açısından daha önce hiçbir benzerini yaşamadığı ve İslam dönemi dışında daha sonra da hiçbir örneğine rastlanmadığı bir zirveye tırmandı.

Bu dini, devlet, nizam, hukuk ve kanunlar sistemi olarak ortaya koyanlar, daha önce onu gerek kalplerinde ve gerekse hayatlarında inanç, ahlak, ibadet ve davranış olarak ortaya koydukları için bütün bu başarılara ulaşılabildi. Bu dini yerleştirmek karşılığında onlara bir tek şey vaat edilmişti. Bu dinin kendi elleri ile nüfuz sağlaması da dahil olmak üzere hiçbir üstünlük ve egemenlik teminatı içermeyen, dünya ile ilgili hiçbir şeye bağlanmayan bu biricik vaat, cennet idi. Kesintisiz cihada, sıkıntılı engellere rağmen çağrıya devam edip cahiliyeye karşı direnerek hiçbir zaman ve hiçbir yerde hakim çevrelerin hoşuna gitmeyen “lâ ilâhe illallah” sancağını dalgalandırmanın karşılığı yalnızca bu biricik vaat idi.

Onlar yüce Allah’ın karşılaştırdığı sıkıntılara sabredince, Onların nefisleri nefsi kazançlardan yüz çevirince, Allah Onların yeryüzünde hiçbir mükafat beklemediklerini görünce -bu mükafat ne olursa olsun, isterse bu dâvanın kendi elleri ile başarıya ulaşması, yahut bu dinin kendi gayretlerinin sonucu olarak yeryüzünde yerleşmesi olsun- vicdanlarında kavmiyet veya milliyet gururu, toprak veya bölge gururu, kabile veya aile gururu olmadığı ortaya çıkınca, Yüce Allah onları, bu büyük dâvanın güvenilir davacıları, bu inanç sisteminin emin savunucuları kıldı. O inanç sistemi ki, ona göre kalplerde yalnız Allah’ın hakimiyeti, davranış ve geleneklerde yalnızca Allah’ın hakimiyeti, ruhlarda ve mallarda yalnızca Allah’ın hakimiyeti, görünüş ve tutumlarda yalnız Allah’ın hakimiyeti vardır. Onlar, şeriatı tatbik etmek üzere ellerine verilen yetkinin, gerçekleştirmek görevinde oldukları ilahi adaletin, bu yetkiden gerek kendilerine, gerek kavimlerine ve gerekse milletlerine hiçbir pay çıkarmaksızın, bu yetkinin güvenilir uygulayıcıları olmuşlardır. Onlar, kendilerine verilen bu yetkiyi Allah için, O’nun dini ve şeriatı için kullanmışlardır. Çünkü onlar, yetkinin Allah’tan olduğuna gerçekten inanmışlardı.

Belirttiğimiz metodu bilinen ölçüde yüksek başarılar kazandırması için, bu dâvanın ilk adımını atmaktan ve çağrı boyunca “lâ ilâhe illallah” sancağı yanında hiçbir dâvanın çığırtkanlığına girişmemekten, aynı zamanda, çağrı esnasında, bu görünüşte zor, fakat aslında başarıya ulaştırıcı metottan ayrılmamaktan başka yapacak bir şey kalmamıştı.

Eğer bu dâva, ilk adımını kavmiyet çağrısı veya sosyalizm çağrısı, yada ahlak çağrısı olarak atmış olsaydı, yahut da tek temel esası olan “lâ ilâhe illallah” yanına başka bir ilave daha koysaydı, bu metot sırf Allah rızası için olma özelliğini yitirirdi.

İşte “lâ ilâhe illallah” çağrısını kalplere ve akıllara yerleştirme konusunda, görünüşteki zorluklarına rağmen bu yolun seçilmesi konusunda, başkaca yan yollara sapılmaması konusunda ve bu yolda ısrar edilmesi konusunda Kurân’ın Mekke’de inen bölümünün tutumu budur.

Kurân’ın bu bölümünün sırf inanç konusunu işlemesi, buna dayalı toplumsal düzenin ve işlemlerini düzenleyen hukuk kurallarının detaylarına hiç değinmemesi de bu dini anlatmak isteyenlerin şuurlu bir şekilde üzerinde durmaları gereken bir noktadır. Bu durumu gerekli kılan faktör, bu dinin özelliğidir.

Bu din, bütünü ile, “tek ilâh” temeli üzerindedir. Bütün sosyal düzenlemeleri, bütün hukuk prensipleri bu esastan türer. Dalları sık, gövdesi sağlam, gölgesi geniş ve boyu yüce bir ağaç, nasıl uzun boyu ve geniş gövdesi ile orantılı bir şekilde köklerini geniş ve derin bir toprak parçasına yaymak zorunda ise bu din de böyledir. Onun düzeni hayatın tümünü kapsar. Küçük büyük bütün beşeri gelişmeleri üzerine alır. Sadece dünyada değil; ahirette de insanın hayatını düzenler. Sadece görünen alemle değil, bilgimize kapalı olan gayp alemi ile olan ilgiyi de düzenler. Sadece görünebilen, maddi işlemler ile değil, gönüllerin derinliklerinde saklanan sırlar ve niyetler dünyası ile de ilgilenir. O, heybetli, bu yaygınlığa ve bu derinliğe uygun kökleri ve boyutları olmalıdır.

Bu durum, bu dinin kendini kurarken, varlığını devam ettirmede kullandığı metodun sınırlarını çizen sırrının ve özelliğinin bir yönüdür. İnanç sistemini kurup kökleştirmeyi ve bu inanç sisteminin nefsin her tarafına yayılıp dağılmasını sağlam büyümenin kaçınılmaz şartı, dayanıklılığın teminatlarından biri ve ağacın yerin üzerinde görülen kısmı ile toprağın altındaki kökü arasında bulunması gereken dengenin ifadesi sayar.

Vicdanın derinliklerinde “lâ ilâhe illallah” inancı yerleşince bununla birlikte “lâ ilâhe illallah” cümlesinde ifadesini bulan düzen de kökleşmiş olur. İnanç sistemini benimseyen vicdanlar için bu nizamın, hoşnutlukla kabul edilmiş tek nizam olduğu kesinleşmiş olur. Öyle ki, vicdanlar, daha detaylarını öğrenmeden, daha temel hukuk prensipleri kendilerine sunulmadan önce bu düzene teslim olurlar.

Peşinen teslim olmak, imanın gereğidir. Böyle bir teslimiyetle, daha sonra, vicdanlar İslam’ın hukuk ve düzen ilkelerini hoşnutluk ve kabul ile karşılarlar. Vicdanlar, bu düzenin herhangi bir hükmü ile karşı karşıya gelince; ona ne karşı çıkarlar ve ne de derhal uygulanmasını savsaklarlar.

İçkinin, faizin, kumarın ve diğer cahiliye dönemi alışkanlıklarının ortadan kaldırılması böyle oldu. Bunlar ya bir kaç Kurân ayeti ile veya Peygamberimizin sözleri üzerine ortadan kaldırılabilmişlerdir. Oysa ki, yeryüzü hükümetleri bunlardan birine karşı kanunlarla, tüzüklerle, çeşitli sosyal ve kurumsal düzenlemelerle, askerle, otorite ile, propaganda ve yayın araçları ile savaşmak zorunda kalır. Buna rağmen, kötülük ve ahlaksızlıklar cemiyetin yapısını kemirirken onlar sadece dışarıda görülen kanuna aykırılıkları dizginleyebilir. [2] 

Söz konusu sağlam metotta bu dinin bir başka özelliği belirmektedir. Bu din pratik, harekete dayalı ve aksiyoner bir sistemdir. Hayata, pratiği içinde hükmetmek ve fonksiyonunu yürütmek üzere bu pratikle uğraşmak üzere gelmiştir. Bu pratiği ya onaylar, ya tâdil eder veya köklü değişikliğe uğratır. Bu yüzden ancak, önceden sırf Allah’ın hakimiyetini kabul etmiş bir cemiyette, gerçekten vukû bulan durumlarda uygulanabilir.

Bu din, “faraziyeler” ile ilgilenen bir “nazariye” değildir. O “pratik” ile uğraşan bir “metot”dur! Buna göre her şeyden önce, Allah’tan başka ilah olmadığı, hakimiyetin sırf Allah’a mahsus olduğu inancını benimseyerek Allah’tan başkasının hakimiyetini ve bu temel kurala dayanmayan her türlü statüyü reddeden Müslüman bir cemiyetin kurulması gerekir.

Böyle bir cemiyet uygulamada ortaya çıkınca onun düzenlenmeye ve hukuk ilkelerine bağlanmaya muhtaç bir pratik hayatı olur. İşte o zaman bu din, sosyal düzenleme ve hukuk sistemi koymaya daha baştan teslim olmuş, diğer düzen ve hukuk taslaklarını zaten reddetmiş olan bir toplumda düzenini kurmaya ve hukuk sistemini yerleştirmeye başlar.

Bu cemiyetin sosyal kurumlar ve hukuk ilkeleri gerektiren pratik bir hayatı olması lazım geldiği gibi, ondan da daha öncelikle, düzene otorite ve hukuka saygı sağlayabilmesi için düzen ve hukukun uygulanmasını mümkün kılacak ferdi ve içtimai bir egemenliğe de ihtiyaç vardır.

Müslümanlar Mekke’deyken ne bireysel ve ne de toplumsal egemenliğe sahip değillerdi. Allah’ın şeriatı uyarınca düzene koyabilecekleri bağımsız bir gündelik (pratik) hayatları da yoktu. Allah onlara bu dönemde sosyal düzen ve hukuk ilkeleri indirmemiştir. Bunlar yerine onlara inanç ilkeleri ve bu inanç ilkelerinin vicdanların derinliklerinde kökleşmesinden kaynaklanacak olan ahlak esasları indirdi. Fakat Medine’de egemenliği olan bağımsız devlete kavuşunca kendilerine devlet otoritesi sayesinde işlerliğe, ciddi bir uygulama imkanına kavuşan ve pratik İslam cemiyetinin ihtiyaçlarını karşılayan hukuk ilkeleri ile sosyal düzen prensipleri inmiştir.

Yüce Allah çeyiz gibi biriktirip Medine’de devlet kurar kurmaz uygulasınlar diye onlara düzen ve hukuk ilkeleri indirmeyi dilememiştir. Bu dinin özelliği bu değildir. Bu din her şeyden önce pratikliğe ve ciddiyete önem verir. Bu din, farazi çözümler teklif etmek üzere varsayıma dayalı problemler ortaya sürmez. Bu din, Allah’ın şeriatına teslim olmuş, başka her türlüsünü reddetmiş pratik bir cemiyet ortaya çıkınca, bu cemiyetin pratiğini, hacmi, biçimi, ilişkileri ve şartları uyarınca ele alarak yine hacmi, biçimi, ilişkileri ve şartlarına göre onu hukuki temellere kavuşturur.

Yeryüzünde inandığı düzeni kabul ettirip uygulayacak, Allah’ın şeriatı uyarınca hükmedecek ve diğer her türlü şeriat taslaklarını reddedecek bir cemiyet yokken İslam’dan gündelik hayat ile ilgili kanunlar, içtimai nizam kalıpları ve nazariyeler ileri sürmesini bekleyenler, İslam’ın böyle olmasını isteyenler, bu dinin özelliğini ve Allah’ın emri uyarınca pratik hayat karşısındaki tavrını anlayamayanlardır.

Onlar bu dinin özelliğini, metodunu, tarihini değiştirerek beşeri nazariyelere ve insan ürünü metotlara benzemesini istiyorlar. İçlerinde taşıdıkları geçici arzulara uyarak onu yolunda ve adımlarında acele ettirmek istiyorlar. Bu arzuları, küçücük beşeri nizamlar karşısında ruhlarında beliren bir yenilgiden doğmaktadır. Onlar bu dinden kendisini, henüz varolmayan bir geleceğe cevap verecek nazariye ve varsayım kalıplarına büründürmesini istiyorlar. Oysa ki, Ulu Allah bu dinden muradına uygun olmasını dilemektedir. Kalbi dolduran ve üstünlüğünü vicdana benimseten bir inanç sistemi… Gereği, İnsanların sırf Allah’a boyun eğmek ve sadece O’ndan gelen yasaları benimsemek olan bir inanç sistemi. İnançları böyle olan bir cemiyet bulunduktan sonra ve egemenlik yetkisi de söz konusu cemiyetin eline geçince, şeriat ilkeleri onların pratik ihtiyaçlarını karşılamaya ve günlük hayatlarını düzenlemeye başlar.

Allah’ın bu din için dileği budur. İnsanların arzuları ne olursa olsun, Allah’ın murat ettiği olur!

Bunun gibi, başkalarını İslam’a davet edenler tarafından anlaşılmış olmalıdır ki, insanları bu dini yeniden kurmaya çağırdıkları zaman, muhatapları Müslüman olduklarını ileri sürseler de, doğum belgeleri Müslüman olduklarını gösterse de, önce onları İslam inancını benimsemeye çağırmalıdırlar. Onların vazifesi, İslam’ın her şeyden önce, her işte hakimiyeti Allah’a tanımak, bu hakkı kendilerinde görerek Allah’ın otoritesine tecavüz edenleri ortadan kaldırmak şeklinde anlaşılması gereken gerçek mânası ile “lâ ilâhe illallah” inancına boyun eğmek demek olduğunu karşılarındakilere öğretmektir. Bu inancı onların vicdanlarına, davranışlarına, görünüşlerine ve gündelik hayatlarına yerleştirmektir.

İlk başta İslam’a dâvetin temeli olan bu gerçek, bugün de insanları İslam’a çağırmanın ana ilkesi olmalıdır. Kurân’ın Mekke’de inen bölümünün, tam on üç yıl boyunca üstlendiği dâvet ilkesi buydu. Belirtilen köklü anlamı ile bu dine bir grup insan girince, işte “İslam cemiyeti” adı böyle bir gruba verilebilir. İslam düzenini sosyal hayatında uygulamaya elverişli bir cemiyet… Çünkü bu cemiyet, kendi vicdanında, zorlamasızca hayatının tümünü bu temel üzerine oturtmayı, yaşayışına Allah’tan başka hiç kimsenin hükmetmemesini kabul etmiştir.

Böyle bir cemiyet fiilen ortaya çıktığı zaman İslam nizaminin esaslarını sunmak görevi başlar. Ayrıca bu cemiyetin kendisi de genel İslam düzeni çerçevesi içinde pratik hayatının gerektirdiği yasaları koymaya yönelir. İşte pratik, eyleme dönük ve aksiyoner İslam metodunun atacağı adımların doğru sırası budur.

Bu dinin özelliğini araştırmamış, onun İlahi kaynaklı, sağlam, alim ve hakim olan Allah’ın hikmetine ve insanoğlunun tabiatını, hayatın ihtiyaçlarını bilen Rabbin bilgisine dayanan özelliğini kavrayamamış olan bazı iyi niyetli aceleciler sanabilirler ki, insanlara İslam düzeninin prensiplerini sunarak, İnsanların bu dini sevmesini sağlayarak dâvet yolunu kolaylaştırabilir.

Böyle sanmak, aceleciliğin yol açtığı bir vehimdir. Peygamberimizin (sa.) işin başında, milliyet veya sosyal adalet yahut ahlakçılık bayrağı dalgalandırarak ortaya çıkmasının, yolu kolaylaştıracağını ileri sürebilecek olanların vehmi gibi bir vehimdir bu! Kalplere hoş gelen hiçbir şeriat hükmüne muhatap olmadan önce, prensip olarak, kalplerin sırf Allah’a yönelmesi, sadece O’nun şeriatını benimseyip diğer her türlü yasayı reddederek yalnız O’na kul olmayı ilan etmesi gerekir.

Arzu sırf Allah’a kul olmayı benimsemek ve O’nun dışında kalan her türlü otoriteden kurtulmak düşüncesinden kaynaklanmalıdır. Yoksa sunulan düzenin, mevcut düzenlerden şu noktalarda daha iyi olmasından değil…

Allah’ın düzeni aslında yararlıdır, kulların düzeni hiçbir zaman Allah’ın düzeni gibi olamaz. Fakat dâvetin temeli bu değildir. Dâvetin temeli, ortağı olmayan Allah’ın şeriatını kabul edip bunun dışında kalan her şeyi -ne olursa olsun- reddetmek, işte İslam düzeni budur. İslam’ın bundan başka bir mânası yoktur. İlk adımda İslam’ı arzulayana meselenin detayları sunulup, düzenin güzelliği ve üstünlüğü ileri sürülerek onun arzusunu kazanmaya ihtiyaç yoktur. Bu, imanın apaçık gerçeklerinden biridir!

Şimdi de Kurân’ın Mekke’de inen kısmının inanç meselesini on üç yıl boyunca nasıl ele aldığını belirtmemiz gerekir. Bu âyetler inanç meselesini ne “nazariye” şeklinde, ve ne de tevhid ilmi adlı branşın tutumu gibi sözlü bir tartışma biçiminde ele almamıştır. Asla!

Kurân-ı Kerim, varoluş özü uyarınca ve çevresinde bulunan deliller ve sezgiler uyarınca “insan fıtratına” hitap etmiştir. Bu âyetler insan fıtratını, üzerine çöreklenen yabancı birikintilerden kurtarmak istiyordu. Hak telkini kabule hazır olan fıtrat sistemini, üzerine çökerek görevini yapmaktan alıkoyan yabancı unsurlardan arındırıyordu. Etkili sevgileri alabilmek, onları kabul etmek üzere fıtratın gözeneklerini açıyordu.

Bu, genel olarak böyle. Özel olarak da Kurân bu inançla canlı ve pratik bir savaşa giriyordu. Yaşayan, ortada gezen insan vicdanında fıtratı fonksiyonsuz hale getiren geçmiş birikintisi ile savaşa girişiyordu. O yüzden “nazariye” şekli bu özel pratiğe uygun bir metot olamazdı. Yaşayan ve ortada gezen insanların vicdanlarındaki pratik ve psikolojik engellerle, kösteklerle, setlerle ve hastalıklarla canlı bir şekilde karşılaştırmaktı uygun metot… Son yüzyıllarda tevhid ilminin benimsediği biçimsel mantığa dayanan zihni tartışma usûlü de uygun metot olamazdı. Çünkü Kurân bütün canlı uygulamaları içinde beşeri bir pratik ile karşı karşıya geliyor, bu pratiği değiştirmek üzere insan mevcudunun tümüne sesleniyordu.

“Lahuti” (ilahi) anlayışı ile konuya bakmak da uygun metot değildi. Çünkü İslam inancı, her ne kadar inanç idiyse de gündelik uygulamaya dönük, pratik bir hayat metodunu temsil ediyordu. Buna göre nazari lâhûti tartışmaların hapsedildiği dar bir açıya sıkıştırılıp kapatılamazdı.

Müslüman cemaatin kalplerinde inancı kökleştirmeye koyulan Kurân, bir yandan bu cemaati kuşatan cahiliye ile çetin bir savaşa girişirken öte yandan da cahiliyenin bu cemaatin pratik hayatında, ahlakında ve vicdanının derinliklerinde çöreklenen kalıntılarına karşı zorlu bir savaş veriyordu. Bu yüzden bu inancın kökleştirilmesi ne “nazariye” gibi, ne “lâhuti” bir anlayışla ve ne “sözlü tartışma” üslûbu ile ortaya çıkmamıştır. Canlı bir organik bütünlük şekli içinde, hayata dönük bir nizam kurma biçiminde ve doğrudan doğruya Müslüman cemaatte temsil edilerek ortaya çıkmıştır. Gerek inanç kavramı açısından ve gerekse cahiliyeye nasıl karşı koyacağı konusunda gördüğü eğitim açısından İslam cemaatinin gelişmesi, bir savaş birliğininki gibidir. Bu gelişme, tamamen inanç yapısının gelişmesini temsil ediyor, onun canlı bir ifadesi oluyordu. Bu aynı zamanda, İslam’ın tabiatını temsil eden İslam sistemi idi.

Hiç şüphesiz, İslam davetçilerinin, açıkladığımız tarzda hareket etmeleri için, bu dinin özelliğini ve metodunu idrak etmeleri kaçınılmazdır. Böylece onlar, Mekke döneminde bu kadar uzayan inanç kurma merhalesinin, fiili bir İslam hareketi oluşturup pratik bir İslam cemaati meydana getirme merhalesinden ayrı ve kopuk olmadığını bileceklerdir. Bu merhale, “nazariye”, algılayıp inceleme dönemi olmamıştır. Tersine gerek inanç sistemi, gerek cemaat, gerek amel ve gerekse fiilen varolma hesabına bir temel kurma dönemi olmuştur. Bu kuruluş ne zaman yenilenmek istenirse böyle davranmak gerekir.

Bu şekilde, inanç kurma döneminin uzaması, kurucu adımların yavaş yavaş, derinliğine ve sağlam noktalara basa basa atılması gerekir. Yine böylece, bu dönem, inanç konusunda girişilmiş nazari bir araştırma merhalesi değil, her şeyden önce bu inancı canlı bir şekilde ifade etme merhalesi olmalıdır. Söz konusu canlı şekli, bu inançla yoğrulmuş vicdanlarda, iç ve diş gelişim belirtileri inancın öz gelişimini yansıtan harekete dönük ve kaynaşmış bir cemaat bünyesinde, inancı canlı bir biçimde temsil ederek girişilen savaşı zafere ulaştırırken canlı bir gelişme göstermek için cahiliyeye karşı kesin bir tavır alıp onunla hem vicdanın derinliklerinde ve hem de pratikte savaşa girişen bir eylemin ifadesini bulmalıdır.

İnanç sisteminin, sırf zihni bir araştırma, kültürel bir bilgi kazanma şeklinde ele alınması İslam’a göre ne kadar büyük bir yanılgı, hattâ ne kadar büyük bir tehlikedir!

Kurân, inanç kurmak uğruna tam on üç seneyi, ilk defa iniyor olduğu için harcamış değildir, asla! Allah dileseydi, Kurân’ı toptan bir kerede indirir, sonra da “İslam nazariyesi”ni kavrayabilsinler diye, muhataplarını on üç yıl -veya daha kısa, yahut daha uzun bir süre- onu incelemek üzere serbest bırakırdı.

Fakat yüce Allah’ın muradı başka idi. O, belirli ve benzeri görülmemiş bir metot murat etmişti. O, inanca dayalı bir cemaat ve bir hareket ile cemaat ve hareketle kaynaşmış bir inanç meydana getirmek istiyordu. O, diliyordu ki, inanç, bu harekete dönük dinamik cemaatin fikir sistemi, hareketli ve hedefe dönük cemaatin pratiği de inancın somut bir şekli olsun. Ulu Allah, hiç şüphesiz, vicdanları ve cemaatleri oluşturmanın akşamdan sabaha kadar gerçekleşemeyeceğini biliyordu. Bu yüzden, vicdanları ve cemaati oluşturmak için gereken süre kadar bir sürenin inancı kurmak için harcanması kaçınılmazdı. Böylece inanç oluşturma safhasını olgunluğa kavuşunca, cemaat bu olgunluğun pratik göstergesi olabilirdi.

Kurân’ın Mekke bölümünden özetleneceği üzere bu dinin özelliği budur. Onun bu özelliğini mutlaka tanımamız gerekir. Aksi halde aceleci ve beşeri nazariye şekilleri önünde yenilgiye uğrayan heveslere uyarak onu değiştirmeye kalkışırız. O bu özelliği ile ilk başta bir Müslüman ümmet ortaya çıkardı. Allah’ın ilk başta yaptığı gibi ne zaman ona dayanan yeni bir ümmet meydana getirilmek istense onun bu özelliği göz önünde tutulmalıdır.

Canlı, hareketli ve hedefe dönük organik bir toplumdaki pratikte ifade edilmeyi seven diri İslam inancını değiştirmenin hatasını, hattâ tehlikesini idrak etmeliyiz. Sırf “zavallı beşeri nazariyeler”in karşısına bir “İslam nazariyesi” çıkaralım diye onun bu özelliğini incelenmeye ve kültürel bilgi edinmeye dönük bir nazariyeye dönüştürmenin tehlikesinden ürpermeliyiz.

İslam inancı diri vicdanlarda, pratik bir düzende, organik bir toplumda ve gerek muhataplarının vicdanlarında çöreklenen ve gerekse çevresini kuşatan cahiliye ile savaşa giren bir harekette ifade edilmek ister. Çünkü onun muhatapları da vicdanlarına inanç girmeden önce cahiliye halkından idi, onları cahiliye ortamından ayırıp, koparmak gerekir. Buna göre o bu şekli ile, kalplerde ve akıllarda olduğu kadar hayatta da nazariyenin işgal ettiği yerden daha önemli ve daha geniş bir yer tutar. Nazariyenin tuttuğu yeri ve fonksiyonunu kapsar, ama sırf o kadardan ibaret değildir.

Ulûhiyet ile ilgili, varlığın tümü ile ilgili, hayat ve insan ile ilgili İslam düşünce ve kavramı, kâmil ve geniş kapsamlı bir kavramdır. Aynı zamanda bu kavram pratik ve yapıcıdır da. O bu özelliği ile sırf bilgi edinmeye dönük bir zihni kavram olarak ifade edilmekten hoşlanmaz. Çünkü amacına ve özelliğine ters düşer. İnsan üzerinde, canlı bir düzende ve pratik bir harekette belirmesi gerekir. Oluşum yolu, insan, canlı hayat ve pratik bir hareket aracılığı ile gelişmek, böylece bir yandan pratik açıdan kemale erdiği gibi öbür yandan nazari açıdan da kemale kavuşmaktır. Nazariye gibi bağımsız, hedeften kopuk bir hale girmek istemez, daha doğrusu hedefe dönük bir pratikte ifade edilmiş halde varlığını sürdürür.

Hedefe dönük pratik gelişmeden önce gelen her nazari plandaki gelişme, pratik aracılığı ile kendini ifade etmeyen her gelişme, bu dinin amacına ve orijinal üslûbuna göre hata ve tehlikedir.

Ulu Allah (cc.) buyuruyor ki:

“Kurân’ı, insanlara ağır ağır okuman için onu bölüm bölüm indirdik. Onu azar azar indirdik.” (İsra, 106)

“Bölüm bölüm” olmak gibi “ağır ağır” olmak da, “nazariye” şeklinde değil, fakat “canlı bir bütün” şeklindeki inançtan meydana gelen oluşturma yapısı kurulabilmesi için, amaç edinilmiştir.

Bu dinin bağlıları iyi bilmelidirler ki, bu din, aslında nasıl ilahi kaynaklı bir din ise, onun hareket metodu da özelliğine uygun olarak yine İlahidir. Bu dinin özünü, hareket metodundan ayırmak mümkün değildir.

Yine bu dinin bağlıları bilmelidirler ki, bu din nasıl inanç kavramını yerleştirip buna dayanarak canlı pratiği değiştirmeye gelmişse, ayni şekilde canlı pratiği değiştirmeye temel olmak üzere inanç kavramı oluştururken kullanılacak metodu da değiştirmeye gelmiştir. Bir ümmet meydana getirecek inancı oluşturmaya geldiği gibi o ümmet için inançla ilgili, pratik hayatla ilgili bir kavram geliştirmekle aynı derecede önemli olarak kendine has bir düşünme metodu da geliştirmeye gelmiştir. Onun kendine has inanç kavramı ile kendine has düşünme metodu ve yine kendine has canlı yapısı birbirinden ayrılamaz. Hepsi aynı özü meydana getirir.

Bu dinin belirttiğimiz şekilde olan metodunu anladıysak bu metodun köklü ve değişmez olduğunu da bilmeliyiz. Bu metot belirli bir toplumsal aşamanın, belirli bir sosyal çevrenin ve ilk Müslüman cemaatin gelişmesine mahsus belirli şartların metodu değildir. Bu öyle bir metottur ki, ne zaman olursa olsun, bu dinin yapısı mutlaka ona dayanır.

İslam’ın görevi, sadece insanların inanç ve pratiğini değiştirmek olmamıştır. Bunun yanında onların düşünme metotlarını, nazari (teori) ve pratik karşısındaki tavırlarını da değiştirmeyi görev bilmiştir. Çünkü o, kısa görüşlü ve zavallı beşeri metotlara özünden ters düşen İlahi bir metottur.

Bizler ilahi özellik taşıyan kavrama ve hayata ancak İlahi kaynaklı bir düşünme metodu ile ulaşabiliriz. Öyle bir metot ki, İnsanların inanç kavramı ve pratik oluşumu sağlıklı olsun diye, yüce Allah, onların düşünce biçimlerinin ona dayanmasını murat etmiştir.

Bizler İslamiyet’ten, kendisini araştırmaya dönük bir nazariye haline getirmesini istediğimiz takdirde, onu ilahi oluşturma ve düşünme metodunun özelliğinden çıkarıp beşeri düşüncelerin metotları önünde yenilemeye yol açmış oluruz! Sanki, İlahi metot, beşeri metotlardan daha aşağıymış gibi! Kavram ve hareket açısından İlahi metodu kul metotlarının seviyesine indirmek istiyoruz gibi ters bir mana olur bu.

Durum bu açıdan, tehlikeli ve içine düşülen yenilgi de öldürücüdür. İlahi metodun görevi biz İslam davetçilerine, yeryüzünde egemen olan cahiliyeye ait düşünce metodunun kalıntılarından, onun akıllarımız üzerindeki baskısından ve kültürümüzdeki tortularından arınmamızı sağlayacak, özel bir düşünme metodu vermesidir. Bizler bu dini, cahiliyeye ait yaygın düşünme metotlarından olan, onun özelliği ile bağdaşmaz bir metotla kavramaya çalıştığımız takdirde onun insanlığa karşı yerine getirmek üzere yüklendiği görevi ortadan kaldırmış, çağımızda egemen olan cahiliye metodunun baskısından kurtulma fırsatından, cahiliyenin akıllarımızda ve yetişmemizde biriken tortularından arınma imkanından kendi kendimizi mahrum etmiş oluruz.

İslam’ı kurma faaliyeti içinde düşünme ve hareket metodu, inanç kavramı ve canlı hayat düzeni metodundan daha az önemli ve daha az gerekli değildir. Üstelik bu ikisi birbirinden ayrılmaz. Bu kavramı ve bu düzeni gösterişe, propaganda ve tanıtmaya dönük bir biçim içinde takdim etmeyi düşünürsek bu yolun, yeryüzünde pratik hareket şeklinde bir “İslam” meydana getiremeyeceğini aklımızdan çıkarmamız gerekir. Daha doğrusu, İslam’ı bu biçimde takdim etmemizden sadece pratik İslami hareketle meşgul olanlar faydalanacaklardır. İslam’ın kendilerine bu şekilde takdim edilmesinde bu kimselerin sağlayabileceği azami fayda, hareket esnasında fiilen ulaşabildikleri kadarı ile karşılıklı etkilenme münasebetine girmeleri olabilir.

Yine belirteyim ki, inanç kavramı, hemen harekete dönük bir toplulukta temsil edilmeli ve aynı zamanda harekete dönük topluluk da, inanç kavramının gerçek ve sağlam bir tercümanı olmalıdır.

Yine bir daha belirteyim ki, bu metot, İslam’ın İlahi metodudur. Bu metot, insanlar fiilen pratik bir hareketin içine girmeden ve nazari kavramı temsil etmek üzere adım adım gelişen canlı bir tercüman olmadan, bağımsız ve kendi içinde bütünlük arz eden nazariyeler ileri sürüp bunları donuk zihni ürünler halinde insanlara sunma metoduna oranla insan fıtratına daha uygun, daha etkili, sağlam ve üstün bir nazariyedir.

Bu hüküm, nazariyenin özü hakkında doğru olunca, İslam kavramının temsil edilmesini sağlayacak sosyal düzenin temelleri veya bu düzenle ilgili detaylı yasaları takdim ederken, daha da doğrudur.

Çevremizi kuşatan cahiliye, İslam dâvetçilerinin sinirleri üzerine baskı icra ederek onları İslam metoduna göre acele sayılacak adımlar atmaya zorladığı gibi, zaman zaman onları sıkıştırmaya yönelerek kendilerine şöyle sorular sormaktadır. çağrısını üstlendiğiniz düzenin detayları nerede? Onu yürütmek üzere yeni usullere uygun ne gibi incelemeler, araştırmalar ve uygulamaya hazır hukuk tasarıları hazırladınız? Sanki günümüzde İslam şeriatını uygulamak için, insanların yegane eksiği fıkhı araştırmalar ve İslam fıkhı ile ilgili hükümlermiş gibi… Sanki insanlar Allah’ın hakimiyetine teslim olmuş, O’nun şeriatı uyarınca yönetilmeye razıdırlar da, müçtehitler eliyle düzenlenmiş yeni usullere uygun hukuk tasarıları bulamıyorlar. Bu, şu dine hürmet duyan her kalp sahibi insanın gülüp geçmesi gereken ciddiyetten yoksun bir maskaralıktır.

Cahiliyenin böyle bir baskıdan maksadı, ya Allah’ın şeriatını bir yana bırakarak insanın insana kulluğunu yürütmeye devam etmek için kendine bahane bulmaktan veya İslam cemaatini hareket içinde inanç geliştirme aşamasını atlayarak ilahi metottan saptırmak, nazariyeyi hareket aracılığı ile ortaya çıkaran, sosyal pratik aracılığı ile düzenin ana hatlarını belirli hale getirerek gerçek problemleri ile gündelik İslami hayata cevap verecek kanunları yürürlüğe koyan İslami dâvet metodunu değiştirmekten başka bir şey olamaz.

Entrikalara aldırış etmemek, İslam dâvetçilerinin görevlerindendir. Hareketlerine ve dinlerine yabancı düşen bir metot zorlamasını reddetmek, görevlerindendir. İnanmayanlar tarafından küçük düşürülmemek, onların görevlerindendir.

Söz konusu zorlama manevrasını keşfederek aşmak ve diğer her türlü şeriatı reddederek Allah’ın şeriatına boyun eğdiğini ilan etmemiş olan bir cemiyette sözde “İslam fıkhını modernleştirme” adı altında kalkışılan gülünç maskaralığa karşı direnmek, onların görevlerindendir. Cihad ibadetini havaya tohum saçmak diye niteleyerek hafife alan tutumu, bu kirli oyunu reddetmek, onların görevlerindendir.

Bu dinin hareket metodu uyarınca davranmak onların görevlerindendir. Bu, İslam’ın gücünün sırlarından biri olduğu kadar, onların da güç kaynağıdır.

İslam’da metot öze eşittir, aralarında ayrılık yoktur. Hiç bir yabancı metot, sonunda İslam’ı gerçekleştiremez. Beşeri düzenler kendi metotlarıyla gerçekleştirilebilirler, fakat bu metotlar bizim düzenimizi gerçekleştiremezler. Metot tutkunluğu, her İslami hareket hesabına, inanç ve düzen tutkunluğu kadar kaçınılmazdır.

“Hiç şüphesiz, bu Kurân en doğru olana ulaştırır.”

a)Bu bölüm “Fi Zilâl-il Kurân”ın yazarı tarafından En’am suresini anlatan cüz’ünden bazı ilaveler ile alınmıştır.



[1] Kitab’un-Nikâh, Buhari.
[2] Allah’ın içkiyi nasıl haram kıldığı konusunda “Fi Zilal-il Kurân”ın gözden geçirilmiş baskısının beşinci cüz’ünün 85-87’inci sayfalarına ve Amerikan hükümetinin bu konuda başarısızlığa uğraması ile ilgili olarak Ebu’l Hasan el-Nedvi’nin, Ebu Ali El-Mevdudi’nin “Tenkihat” adlı eserinden naklen “Müslümanların Gerilemesi ile Dünya neler kaybetti” adlı eserine bakınız.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder