24 Aralık 2014 Çarşamba

9. Müslümanın Milliyeti İnancıdır

İslam, insanlığa değer ölçüleri ve bakış açılarının içyüzü ile bu değer ölçülerinin ve bakış açılarının mahiyeti hakkında yeni bir düşünce tarzı getirdiği gibi insanlar arasındaki ilişki ve bağlantı konusu ile ilgili olarak da yeni bir düşünce tarzı getirmiştir.



İslam, insanı Rabbine döndürmek, varlık ve hayat konusunda olduğu gibi değer ölçüleri ile kriterler alanında da bu ortaksız otoriteyi yegane egemenlik mercii edinmek, aynı zamanda bu otoritenin tasarrufu ile dünyaya gelinip yine O’na dönüleceği gerçeğine dayanarak insanlar arası ilişki ve münasebetlerde de bu otoriteyi tek dayanak olarak benimsetmek için gelmiştir. İslam, insanlar arasında onları Allah’a bağlayan tek bir ilişki ve bağlantı gerekçesi bulunduğunu, bu bağ kalmayınca insanlar arasında sevgi ve yakınlık kalmayacağını belirtmek için gelmiştir. Ulu Allah şöyle buyuruyor:

“Allah’a ve Ahiret gününe inanan bir cemaatin, babaları, çocukları, kardeşleri ve aşiretlerinin mensubu bile olsa, Allah’ı ve O’nun Resulünü düşman tutanlarla dostluk kurduğunu göremezsiniz.” [1]

Ortada bir tek Allah hizbi vardır. Birden fazla olması söz konusu bile değildir. Diğer hiziplerin tümü, şeytan ve zorbaların (tabutların) hizipleridir. Ulu Allah buyuruyor:

“Müminler Allah yolunda kafirler de tağut uğrunda savaşırlar. O halde Şeytanın yardakçıları ile savaşınız. Hiç şüphesiz, şeytanın tuzağı, hilesi zayıftır.” [2]

Allah’a ulaştıran yok tektir, diğer yolların hiçbiri O’na ulaştırmaz. Ulu Allah buyuruyor:

“Bu benim dosdoğru yolumdur, ona uyunuz. Başka değişik yollara koyulmayınız. Çünkü onlar sizi Allah’ın yolundan ayırır.” [3]

Ortada bir tek ilahi nizam vardır. O da İslam düzenidir. Diğer bütün sosyal düzenler cahiliye düzenleridir. Ulu Allah (cc.) şöyle buyurur:

“Yoksa cahiliye egemenliğini mi istiyorsunuz? Oysa ki, iyi düşünen bir toplum için Allah’ın egemenliğinden daha iyi kimin egemenliği olabilir?!” [4]

Bunun gibi ortada bir tek şeriat vardır, o da Allah’ın şeriatıdır. Diğerleri bir takım keyfi arzulardır. Ulu Allah şöyle buyuruyor:

“Biz sana her hususa cevap veren bir şeriat gösterdik, ona uy. Bilmeyenlerin keyfi arzularına uyma.” [5]

Ortada bir tek hak vardır, birden çok olması mümkün değildir. Onun dışında kalan her yol sapıklıktır. Ulu Allah şöyle buyuruyor:

“Haktan sonra adaletten başka ne var ki? Niçin sapıyorsunuz?” [6]

Bunlar böyle olduğu gibi, ortada bir tek İslam yurdu vardır. Müslüman devletinin kurulmuş bulunduğu, Allah’ın şeriatının içinde yürürlükte tutulduğu, O’nun koyduğu ceza sisteminin uygulandığı ve içinde Müslümanların birbirlerini yakın saydığı bir İslam yurdu. Diğer yerler, Dar’ül-Harb (savaş yurdu)’dir. Müslüman’ın buralarla ilişkisi ya savaş veya ateşkes sözleşmesine dayanan barıştır. Fakat oralar kesinlikle İslam yurdu değildir, oraların halkı ile Müslümanlar arasında da bir yakınlık söz konusu değildir. Ulu Allah (cc.) şöyle buyuruyor:

“İman ettikten sonra hicret edip malları ve canları ile Allah yolunda cihad edenler ve bu mücahitleri barındırıp destekleyenler, bu kimseler birbirlerinin yakınları, dostlarıdırlar. İman ettikten sonra hicret etmeyenlerle sizin aranızda (onlar) hicret edinceye kadar hiç bir yakınlık ve dostluk bağı (velayet) yoktur. Eğer böyle kimseler, aranızda barış antlaşması bulunmayan bir kavme karşı sizden yardım isterlerse onlara yardım etmeniz gerekir. Hiç şüphesiz Allah işlediklerinizi görür. Kafirler birbirlerinin dostlarıdırlar. Eğer siz birbirinizi desteklemezseniz yeryüzünde fitne ve büyük bir kargaşalık baş gösterir.

İman edip hicret ederek Allah yolunda cihad edenler, gerçekten mümin olanlar bunlardır. Onlar için mağfiret ve bol rızık vardır. Daha sonra iman edip hicret ederek onlarla birlikte cihad edenler de onlardandır.” [7]

İslam, böyle eksiksiz bir vuzuh ve kesinlik getirmiştir. İslam, insanı toprak ve çamur bağımlılığından, yine toprak ve çamur bağımlılığına dayalı olan et ve kan bağımlılığından kurtararak yüceltmeye gelmiştir. İlahi şeriatın uygulandığı ve vatan ile vatandaşlar arasındaki bağın Allah’a bağlılıktan ibaret olarak bilindiği yerden başka hiçbir yer Müslüman’ın yurdu değildir. “İslam yurdu”nda “Müslüman Ümmet” arasında yegane organik bağ olan inanç birliğinden başka Müslüman’ın hiçbir milliyeti yoktur. Allah’a inanmaktan doğan ve Allah yolunda kendisi ile yakınları arasında bağlantı sağlayan akrabalıktan başka hiçbir akrabalık Müslüman için geçerli değildir.

Allah’a ulaştıran birinci derecedeki bağlantı kurulup bu yoldan kan yakınlığı inanç ilişkisi ile pekişmedikçe Müslüman’ın babası, anası, kardeşi, eşi ve aşiret mensupları ile akrabalığı bir mana taşımaz. Ulu Allah şöyle buyurur:

“Ey insanlar, sizi tek insandan yaratmış olan, sonra da o tek insandan eşini meydana getirip daha sonra bu çiftten türettiği birçok kadın ve erkeği yeryüzünde yayan Allah’tan korkunuz. Kan akrabalarınızla ilgili olarak hep birlikte istekleriniz için başvurduğunuz Allah’tan korkunuz.” [8]

Ana-baba İslam düşmanlarının tarafında yer almadığı sürece, Müslüman olmayan ana-baba ile geleneksel münasebetleri devam ettirmek sakıncalı değildir. Fakat ana-baba İslam düşmanlarının tarafında yer alınca artık ne akrabalık ve ne de ilişki söz konusu olur. Abdullah bin Ubeyy’in oğlu Abdullah (ra.) bu konuda bize açık bir örnek vermektedir.

İbn-i Cerir, İbn-i Ziyad’a dayanan bir rivayet zinciri ile şöyle bildirmektedir. İbn-i Ziyad der ki: “Allah’ın Resulü bir gün Ubeyy oğlu Abdullah’ın oğlu Abdullah’ı yanına çağırarak ona şöyle der: Görüyor musun, baban ne diyor? Abdullah da O’na “anam-babam yoluna feda olsun, ne diyor babam” diye sorar. Peygamberimiz O’na diyor ki, “Baban dedi ki Eğer biz Medine’ye dönersek, şerefliler, ayak takımını mutlaka kovacak”.

Abdullah O’na şu cevabı verir, “Vallahi babam doğru söylemiş. Sen ve Allah şeref sahibi, o ise ayak takımından bir zavallıdır. Vallahi, bütün şehir halkı iyi bilir ki, sen Medine’ye geldiğinde benim kadar ana-babasına bağlı hiçbir kimse yoktu. Fakat şimdi Allah ve O’nun Resulü eğer babamın başını efendimize getirmekten razı olacaksa onu hemen getireyim” Peygamberimiz Abdullah’a “hayır” buyurdu.

Onlar, Medine’ye girince Abdullah b. Ubeyy’in oğlu Abdullah kılıcını çekerek evinin kapısında babasının karşısına dikilerek “eğer Medine’ye dönersek şeref sahibi ayak takımını kovacak, diyen sen misin? Vallahi şeref sahibi sen misin, yoksa Allah’ın Resulü müdür, şimdi kesinlikle göreceksin! Vallahi, Allah ve O’nun Resulü izin vermedikçe ne bu eve girebilir ve ne de gölgesine sığınabilirsin.”

Oğlunun bu tutumu üzerine babası “ey Hazreçliler, oğlum beni evime koymuyor. Ey Hazreçliler, oğlum beni evime girmekten alıkoyuyor” diye bağırdı. Oğlu da ona “Vallahi Peygamber’in izni olmadıkça içeri giremezsin” diye cevap verdi. Bu durum üzerine evin önünde toplanan bazı kimseler Abdullah ile konuştular, fakat Abdullah onlara da “Allah ve Resulü izin vermedikçe içeriye giremez” diye cevap verdi.

Bunun üzerine Peygamberimize vararak olup-bitenleri O’na anlattılar. Peygamberimiz onlara “gidin Abdullah’a deyin ki, babasının evine girmesine müsaade etsin” diye emir verdi. Adamlar Abdullah’a varıp durumu bildirince “peygamberimizden emir geldiğine göre şimdi içeri girebilir” dedi.

İnanç bağı kurulunca, aralarında kan ve soy akrabalığı bulunsun, bulunmasın, tüm müminler kardeştir. Ulu Allah bu ilkeyi “sadece müminler kardeştir” ayetinde kesin ve öncelik bildiren bir üslup ile açıklamıştır.[9]
Yine yüce Allah şöyle buyuruyor:

“İman ettikten sonra hicret edip Allah yolunda cihad edenler ve bu mücahitleri barındırıp destekleyenler, bu kimseler birbirlerinin yakınları, dostlarıdırlar.” [10]

Bu dostluk ve yakınlık bağı nesilden nesile geçerek kuvvetli bir sevgi, samimiyet, dostluk ve dayanışma bağı ile bu ümmetin ilk neslini sonuncusuna bağlar. Ulu Allah buyuruyor ki:

“Muhacirlerden önce Medine’yi yurt ve iman barınağı edinenler, yurtlarına hicret edenleri severler. Muhacirlere verilen mallardan dolayı içlerinde bir ihtiyaç duygusu meydana gelmez. Mallarına düşkün olsalar bile yine de cimriliğinden kendini koruyanlar, işte kurtuluşa erenler onlardır.

Onların arkasından gelenler de “ey Rabbimiz! Bizi ve bizden önceki müminleri affet, müminlere karşı içimizde bir leke, bir çekememezlik duygusu barındırma, ey Rabbimiz, hiç şüphesiz sen esirgeyicisin, rahimsin.” [11]
Ulu Allah Müslümanlara daha önce geçmiş ve derin izler bırakmış olan Peygamberler kafilesini misal göstermektedir. Ulu Allah şöyle buyuruyor:

“Nuh Rabbine seslenerek dedi ki: Ey Rabbim! Oğlum ehlimdendir. Senin vaadin de haktır. Sen hakimlerin hakimisin.

Ulu Allah ona buyurdu: Ey Nuh! O senin ehlinden değildir, o iyi amel işlememiştir. Hakkında bilgi sahibi olmadığın şeyi bana sorma. Sana cahillerden olmamanı tavsiye ederim.

Nuh dedi ki: Ey Rabbim! Bilmediğim bir konuda soru sormaktan sana sığınırım. Eğer beni bağışlamaz, bana merhamet etmezsen hüsrana uğrayanlardan olurum.” [12]

Ulu Allah buyuruyor ki:

“Hani Rabbin İbrahim’i bazı emir ve yasaklarla imtihan etti ve o da onların gereğini yerine getirdi. Allah, seni insanlara önder yapacağım, buyurdu. İbrahim, ‘soyumdan gelenlerden de...’ dedi. Allah ona, zalimler benim taahhüdüme erişemezler’ buyurdu.” [13]

Ulu Allah buyuruyor ki:

“Hani İbrahim dedi ki: Ey  Rabbim! Bu beldeyi güvenli yap ve halkından Allah’a ve Ahiret gününe inananlara rızık olarak çeşitli meyveler ver. Allah şöyle buyurdu: Kafir olana da az rızık verir, sonra da onu cehennem azabı çekmeye zorlarım. Orası ne fena bir yerdir!” [14]

Hz. İbrahim (as.) sapık yolda ısrar ettiklerini görünce anasından ve babasından ayrılır. Allah (cc.) (bu konuda) şöyle buyuruyor:

“Sizden ve Allah’ı bırakıp taptıklarınızdan ayrılıp Allah’a dua ediyorum. Belki Allah’a yalvarmam sayesinde kötülerden olmam.” [15]

Ulu Allah İbrahim’in ve kavminin güzel örnek olan yönlerini şöyle açıklıyor:

“İbrahim’de ve onunla beraber olanlarda sizin hesabınıza iyi örnek vardır. Hani onlar kavimlerine dediler ki: Biz sizden ve Allah’ı bırakıp taptıklarınızdan uzağız. Sizi tanımıyoruz. Tek Allah’a inanmadıkça sizin ile aramızda düşmanlık ve kin vardır.” [16]

Ashab-i Kehf’i meydana getiren gençler grubu, sırf Allah’ın dinine uymak için ailelerinden, kavimlerinden ve vatanlarından ayrılıp vatanlarında, aşiret ve aileleri içinde ona uygun bir zemin bulmakta sıkıntıya düşünce inançları ile birlikte Rablerine sığınıyorlar:

“Biz sana onlar hakkında doğru bilgi veriyoruz. Bunlar Rablerine inanmış bir grup gençti, biz de onlara çok hidayet vermiştik. Ortaya çıkıp “Rabbimiz, göklerin ve yerin Rabbidir. Ondan başka ilaha tapmayız, eğer taparsak o zaman saçma konuşmuş oluruz. Şu kavmimiz O’nun dışında ilahlar edinmişler. Taptıkları hakkında açık delil getirseler ya! Allah’a yalan yere iftira eden kimseden kim daha zalim olabilir!” deyince kalplerine metanet verdik. İçlerinden birisi “onlardan ve onların Allah’ı bırakıp taptıkları putlardan ayrılınca mağaraya sığının. Umulur ki Rabbiniz size rahmetinden pay verir ve içinde bulunduğunuz sıkıntıda kolaylık verir.” [17]

Aralarında inanç ayrılığı meydana çıkınca Hz. Nuh ve Hz. Lut (selam üzerlerine olsun) eşlerinden ayrılır. Ulu Allah şöyle buyuruyor:

“Allah kafirlere Nuh’un eşi ile Lut’un eşini örnek verir. Her ikisi de iki iyi kulumuzun nikahı altında bulunurken eşlerine ihanet ettiler de onları kocaları Allah’ın hükmünden hiç bir şekilde kurtaramadı. Onlara “öbür girenlerle birlikte siz de cehenneme girin” denildi.” [18]

Firavun’un eşi ise diğer yakadadır. Allah (cc.) buyuruyor:

“Allah müminlere Firavun’un eşini örnek verir. Hani “Ya Rabbi! Bana kendi katında, cennette bir ev yap. Beni firavundan ve onun işlediklerinden kurtar, beni bu zalim kavimden kurtar” demişti.” [19]

İşte böylece her türlü bağla ilgili örnekler artarda sıralanıyor. Babalık bağı Hz. Nuh olayında; evlatlık ve yurt bağı Hz. İbrahim olayında; aile, aşiret ve yurt bağları, hep birlikte Ashab-ı Kehf olayında; eşlik bağı da Hz. Nuh, Lut ve Firavun olaylarında…

Yüce kafile, bağların ve ilişkilerin gerçekliği ve ilgili düşüncesini bu ümmete gelinceye kadar devam ettirdi. Bu ümmet, önünde zengin bir örnek ve tecrübe birikimi bulur. Onlar da Allah tarafından mümin ümmete gösterilen yolu devam ettirince inanç ayrılığı ortaya çıktığı ve temel bağ çözüldüğü zaman aynı aşiret ve aynı ev halkı ikiye bölündü. Ulu Allah müminlerin niteliği hakkında şöyle buyuruyor:

“Allah’a ve Ahiret gününe inanan bir cemaatin, babaları, çocukları, kardeşleri ve aşiretlerinin mensubu bile olsa, Allah’ı ve O’nun Resulünü düşman tutanlarla dostluk kurduğunu göremezsin.

Allah bu kimselerin kalbine iman yazmış ve kendilerini katından bir rahmet ile desteklemiştir. Onları. Orada ebedi kalmak üzere altından ırmaklar akan Cennetlere koyar. Allah onlardan, onlar da Allah’tan hoşnutturlar. İşte Allah’ın hizbi bunlardır. Hiç şüphesiz Allah’ın hizbi felaha ermiştir.” [20]

Hz. Muhammed (sa.) ile amcası Ebu Leheb, yine amcazadesi Amr b. Hişam (Ebu Cehil) arasındaki bağ kopunca, muhacirler ev halkları ile akrabalarına karşı savaş açıp onlarla Bedir günü bilfiil çarpışınca, işte o zaman, inanç bağı muhacirler ile Medine Müslümanlarını birbirine bağlayarak onları aynı evin halkı ve kardeş haline getirdi. İnanç birliği sayesinde kabile, milliyet ve yurt taassubunu ortadan kalkarak Müslüman Araplarla kardeşleri Bizans asıllı Suheyb (ra.) arasında birlik ve kaynaşma meydana geldi.

Allah’ın Resulü (sa.) onlara “bu çeşit asabiyetleri bırakın, çünkü onlar kokuşturucu kavramlardır” diye buyurdu. Yine onlara: “Asabiyet uğruna savaşan bizden değildir. Asabiyet uğruna ölen bizden değildir” diye buyurdu.

Böylece bu kokuşmuş kavramın fonksiyonu sona erdi, kan asabiyetinin fonksiyonu… Öldü o nara, milliyet narası… Silindi o leke, kavmiyet lekesi… Böylece insanlık, kan ve et kokusundan uzak, çamur ve toprak lekesinden sıyrılmış olarak yüce ufukların temiz havasını teneffüs etme imkanına kavuştu.

O günden beri hiçbir zaman Müslüman’ın yurdu belirli bir toprak parçası olmamıştır, onun yurdu “Dar’ül İslam” olagelmiştir. Üzerinde inancının yürürlükte olduğu ve tek Allah’ın şeriatının egemen olduğu yurt… Sinesine sığındığı, savunduğu, korunması uğruna ve sınırlarının gelişmesi için şehid olduğu yurt… Orası İslamı din olarak kabul eden ve onun şeriatını Şeriat edinen herkes için “Dar’ül İslam”dır. Orası, aynı zamanda, Müslüman olmasa bile, İslamiyeti sosyal düzen olarak tanıyan herkesin de vatanıdır. “Dar-ül İslam”da yaşayan ehl-i kitap gibi…

Gerek Müslüman’a göre ve gerekse antlaşmalı zımmiye göre İslam’ın egemenliği altında bulunmayan ve üzerinde onun şeriatının yürürlükte olmadığı her toprak parçası “Dar-ül Harb”dir. Doğum yeri de olsa, kan ve soyca bağlı da olsa, Müslüman böyle bir toprak parçasına karşı savaşır.

İşte Peygamberimiz (sa.) bu şekilde, doğum yeri olduğu halde, ailesi, aşireti, evi, sahabelerin geride bıraktıkları ev ve malları orada bulunduğu halde Mekke’ye karşı savaşmıştır. Bu şehir, İslam’a boyun eğinceye ve içinde onun şeriatı yürürlüğe girinceye kadar ne kendisi ne de ümmeti için İslam yurdu olmamıştır.

İşte İslam budur, yalnız bu. İslam ne sadece bir sözdür ve ne İslam yaftası takınan ve İslam unvanı taşıyan bir ülkede doğmak ve ne de ana-babası Müslüman olan bir ailenin soyca varisi olmaktır. Ulu Allah buyuruyor:

“Hayır, hayır, Rabbin hakkı için, onlar seni aralarında doğan anlaşmazlıklarda hakem tutmadıkça, sonra da verdiğin hüküm karşısında hiç bir iç burukluğu duymadan tamamen teslim olmadıkça Mümin olamazlar.” [21]

İşte İslam sadece budur ve sırf böyle bir ülke İslam yurdudur. Ne toprak ve milliyet taassubu… Ne soy ve akrabalık taassubu… Ne kabile ve aşiretçilik taassubu…

İslam, bakışlarını semaya çevirebilsinler diye insanları toprak bağımlılıklarından kurtarmıştır. Onları kan kösteğinden de kurtarmıştır, hayvanlara ait bir köstekten, yüceliklere yükselebilsinler diye.

Müslüman’ın özlemini çektiği ve yabancılara karşı savunduğu vatan, bir toprak parçası değildir. Müslüman’ın benimsediği milliyet, herhangi bir egemenliğin milliyeti değildir. Müslüman’ın bağrına sığındığı ve dışarıya karşı savunduğu aşiret de kan akrabalığı değildir. Müslüman’ın iftihar duyup altında şehid olacağı bayrak, bir kavmin, ulusun bayrağı değildir. Müslüman’ın sevinç duyacağı ve karşılığında Allah’a şükredeceği zafer, herhangi bir ordu galibiyeti değildir. Onun zaferi Allah’ın tarif ettiği gibisidir.

“Allah’ın zaferi ve fethi gelip de insanların bölük bölük Allah’ın dinine girdiğini görünce hamd ederek Rabbini tesbih et, hiç şüphesiz O tövbelerin kabul edicisidir.” [22]

Bu zafer, başka sancaklar altında değil, inanç sancağı altında kazanılan zaferdir. Başka amaçlar uğruna değil, Allah’ın dininin, O’nun şeriatının zaferi için girişilen bir cihattır. Başka bir yurt için değil, belirtilen şartları taşıyan “İslam Yurdu”nun korunması uğruna verilen bir cihad… Ne ganimet ve ne de şöhret için… Ne belirli bir toprağı ve ne de bir ulusu korumak için… Ne aile ve çocuk savunması için… Yalnız onları Allah’ın dinine karşı belirecek bir fitneye karşı korumak için.

Rivayet edildiğine göre Ebu Musa (ra.) şöyle der:

“Peygamberimize (sa.) “kahramanlık uğruna mı, yoksa asabiyet uğruna mi, yoksa gösteriş uğruna savaşan kimse mi şehid olur?” diye sordular. Peygamberimiz şu cevabı verdi: “Sadece Allah’ın sözü yüce olsun diye savaşan kimse Allah yolunda şehittir.”

Sadece bu durumda şehid olunur, yoksa tek amaç olan Allah’tan başka herhangi bir amaç uğruna girişilen hiçbir savaşta ölerek değil.

Müslüman’a inancı yüzünden savaş açılan, dinin alıkoyduğu, şeriatın uygulanmasına engel olunan her yer “Dar-ül Harb”dir. İsterse ailesi, aşireti, kavmi, malı ve ticaret müessesesi orada bulunsun. Buna karşılık inancının geçerli olduğu, şeriatının yürürlükte tutulduğu her yer “İslam Yurdu”dur. Ailesi, aşireti, kavmi orada oturmasa ve ticari müessesesi orada bulunmasa bile…

Vatan, inancın, hayat tarzının ve Allah’tan gelen şeriatın egemen olduğu bir yurttur. “İnsan”a yaraşan vatanın manası budur. Milliyet, inanç ve hayat tarzıdır. İnsanlara yaraşan bağ ve birleşme gerekçesi budur.

Aşiret, kabile, ulus, milliyet, renk ve toprak asabiyeti, basit ve geri kalmışlık alameti olan bir asabiyettir. İnsanlığın manevi çöküntü dönemlerinde tanıdığı bir cahiliye taassubudur. Bu tiksindirici ve iğrenç niteliğinden dolayı Peygamberimiz (sa.) onu “kokuşmuş” diye vasıflandırmıştır.

Yahudiler kavim ve milliyet olarak Allah’ın halkı olduklarını ileri sürünce ulu Allah bu iddialarını reddederek birbiri peşi sıra gelip geçen nesillere, kavim, ulus, milliyet ve yurt farklılıklarına rağmen değer ölçüsü olarak sadece imanı göstermiştir. Ulu Allah şöyle buyuruyor:

“Yahudiler ve Hıristiyanlar, “Ya Yahudi veya Hıristiyan olunuz ki ancak hidayete eresiniz” derler. Onlara de ki, “tersine, din, dosdoğru yol olan İbrahim’in dinidir. O müşriklerden değildi.

Ey müminler, “Allah’a; bize indirilene; İbrahim’e, İsmail’e, İshak’a, Yakub’a ve Yakub’un soyundan gelen, Peygamberlere indirilene ve Musa’ya, İsa’ya verilene ve Allah tarafından peygamberlere verilenlere inanıyoruz. Peygamberlerin hiç birini diğerinden ayrı tutmayız, biz O’na teslim olmuşuz” deyiniz.

Eğer ehli kitap sizin gibi inanırlarsa kesinlikle hidayete ermişlerdir. Eğer yüz çevirirlerse, onlar mutlaka kötü yoldadırlar. Hiç şüphesiz Allah onların haklarından gelecektir. O işitici ve bilicidir. Bu Allah’ın boyasıdır. Allah’tan daha güzel boyası olan kim vardır? Biz O’nun kulları olduğumuza inanmışız.” [23]

Gerçekten Allah tarafından seçilmiş halka gelince, o, milliyet, ulus, kavim, renk ve yurt ayrılığına rağmen Allah’ın sancağı altında bir araya gelen Müslüman ümmettir. Ulu Allah şöyle buyuruyor:

“İnsanlar için ortaya çıkarılmış hayırlı bir ümmetsiniz. İyiyi emreder, kötülükten alıkoyar ve Allah’a inanırsınız” [24]

Dilimlerinden birinin başında Arap asıllı Ebu Bekir’in, öbürünün başında Habeş asıllı Bilal’in, diğerinin önünde Bizans asıllı Suheyb’in, bir başkasının önünde İran asıllı Selman’ın ve diğer değerli kardeşlerinin bulunduğu ve birbiri peşi sıra gelen nesiller boyunca bu parlak uygulamayı devam ettiren bir ümmet bu. Orada milliyet, inanç; vatan “Dar-ül İslam” (İslam Yurdu)”; egemen güç, sadece Allah ve temel yasa da sırf Kurân’dır.

Yurt, ulus, milliyet ve akrabalık hakkında, Allah yoluna çağıranların gönüllerine böylesine yüce bir düşüncenin egemen olması gerekir. Bu düşünce o kadar açık olmalıdır ki, içine hiç bir yabancı cahiliye unsuru karışmamalıdır. Ne toprak şirki, ne milliyet şirki, ne ulus şirki, ne kavmiyet şirki, ne soy şirki ve ne de basit yakın akrabalık menfaatleri şirki. Bunların tümünü Ulu Allah terazinin bir kefesine koyarak aynı ayette açıklamakta ve iman ile onun gereklerini de öbür kefeye koyarak tercih hakkını insanlara bırakmaktadır. Ulu Allah (cc.) şöyle buyurur:

“De ki: Eğer babalarınız, çocuklarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, aşiretiniz, kazandığınız mallar, bozulmasından korktuğunuz ticaret piyasası ve hoşunuza giden evler sizin için Allah’tan, O’nun Resulü’nden ve O’nun yolunda cihad etmekten daha sevgili ise Allah’ın sizin ile ilgili hükmünün gerçekleşmesini bekleyiniz. Allah fasıklar güruhuna hidayet vermez.” [25]

Bunun gibi, Allah yoluna davet edenlerin kalplerinde cahiliyenin ve İslam’ın gerçek vasfı, İslam yurdu ile harp yurdunun niteliği konusunda bir takım sathi şüpheler ve yanılgılar bulunmamalıdır. Onların düşüncelerine ve kesin inançlarına bu noktalardan çok sızmalar olabilir. Allah’ın egemenliğini tanımayan ve O’nun şeriatının uygulanmadığı hiçbir yerde İslam yoktur. Yaşama tarzı ile ve hukuk sistemi ile İslam’ın yürürlükte olduğu yer dışında hiçbir yer İslam Yurdu değildir. İmanın ötesinde sırf küfür vardır. İslam’ın ötesindeki her şey cahiliyedir. Haktan sonra dalaletten başka bir şey yoktur.

[1] Mücadele, 22.
[2] Nisa, 76.
[3] En’am, 153.
[4] Maide, 50.
[5] Casiye, 18.
[6] Yunus, 32.
[7] Enfal, 72-75.
[8] Nisa, 1.
[9] Hucurat, 10.
[10] Enfal, 72.
[11] Haşr, 9-10.
[12] Hud, 45-47.
[13] Bakara, 124.
[14] Bakara, 126.
[15] Meryem, 48.
[16] Mumtehin, 4.
[17] Kehf, 13-16.
[18] Tahrim, 10.
[19] Tahrim, 11.
[20] Mücadele, 22.
[21] Nisa, 65.
[22] Nasr Suresi.
[23] Bakara, 135-138.
[24] Al-i Imran, 110.
[25] Tevbe, 24

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder