27 Aralık 2014 Cumartesi

1. Örnek Bir Kurân Nesli

Bütün İslam mücahitlerinin her yerde ve her zaman üzerinde durmaları gerekli olan tarihi bir gerçek var. Hem de uzun uzun üzerinde durulmalıdır. Çünkü gerek davet üslubunda ve gerekse davet girişiminde bu gerçeğin kesin bir etkisi vardır.


Bu dava İslam ve insanlık tarihi boyunca örnek olan bir nesli, sahabeler (Allah onlardan razı olsun) neslini ortaya çıkarmıştı. Fakat böyle örnek bir nesil bir daha ortaya çıkmadı. Gerçi tarih boyunca bu nesli örnek edinen fertler görüle gelmiştir. Fakat bu dâvanın ilk döneminde olduğu kadar çok sayıda örnek insanın bir araya geldiği hiç görülmemiştir.

Bu durum, sırrını çözebilmek için üzerinde uzun zaman durmamız gereken apaçık, yaşanmış bir gerçektir.

Bu dâvanın Kurân’ı önümüzdedir. Peygamber (sa.)’in hadisleri, pratik kılavuzluğu, tutumu, bunların hepsi, tarihte bir daha benzeri görülmemiş olan o ilk dönem neslinin olduğu gibi bizim de önümüzdedir. Önümüzde, aramızda olmayan tek unsur Peygamberimizin şahsıdır. Acaba sır bu noktada mıdır?

Bu davetin yürütülmesi ve etkili sonuçlar elde edebilmesi için Peygamberimizin (sa.) şahsının varlığı kesin bir zaruret olsaydı, Allah bu daveti insanlığın tümüne şamil kılmaz, onu, sonuncu ilahi mesaj niteliğine kavuşturup yeryüzü durdukça insanlığın akıbetini ona havale etmezdi.

Tersine Ulu Allah zikri (Kurân’ı) korumayı üzerine alarak bu davetin Peygamberimizden sonra da devam edebileceğini, verimli sonuçlar alabileceğini bildiği için O’nu, peygamber oluşundan yirmi üç sene sonra nezdine aldığı halde bu dini O’ndan sonra da Kıyamet gününe kadar baki kılmıştır. O halde başarısızlığımızı Peygamberimizin (sa.) şahsının aramızda olmayışıyla açıklayamayız.

Şu halde başka bir sebep aramalıyız, Söz konusu ilk dönem neslini besleyen kaynağı araştırmalıyız, belki burada bir değişiklik vardır. Onların yetişmelerini sağlayan metodu inceleyelim, belki de farklılık buradadır.

Bu nesli besleyen birinci kaynak sadece Kurân idi. Peygamberimizin (sa.) hadisleri ile kılavuzluğu bu ilk kaynağın sadece bir eseri olarak belirmişti. Nitekim Peygamberimizin ahlakı hakkında sorulan bir soruyu Hz. Ayşe (r.a) “Onun ahlakı Kurân’ın kendisi idi” diye cevaplandırmıştır. [1]

Buna göre, Kurân, O neslin tek beslenme, davranış ve yetişme kaynağı idi. Bunun böyle olması, o günün insanlığının, kültüre, ilme, yazılı eserlere ve bilimsel araştırmalara sahip olmamasından dolayı değildi. Asla!

O dönem insanlarının elinde etkisi günümüze kadar süren bazı alanlarda doğrudan doğruya, bazı alanlarda da dolaylı olarak Avrupa’nın tarihine yön veren Roma uygarlığı ile bu uygarlığı meydana getiren kültür, kitaplar ve yasalar vardı. Yine o dönemde eski Yunan medeniyetinin kalıntıları, bu medeniyetin mantığı, felsefesi ve sanatı vardı ki, bunlar bugün bile Batı düşüncesinin kaynağı olmak vasfını devam ettirmektedirler.

Ayrıca eski İran uygarlığı, Onun sanatı, şiiri, mitolojisi, inanç sistemi ve hikmet manzumeleri vardı. Yahudilik ve Hıristiyanlık Arap yarımadasının kalbinde yaşarken eski Roma ve eski İran uygarlıkları yarımadayı kuzeyden ve güneyden sarmış bulunuyorlardı.

Demek ki, o nesli, teşekkül döneminde sadece Allah’ın kitabına bağlayan faktör, dünya çapında bir uygarlık veya kültür kaynağından mahrum olmaları değildi. Onların bu tutumu bile bile verilmiş bir karara ve belirli bir amaca yönelmiş bir metoda dayanıyordu.

Böylesine şuurlu bir kararın varlığını Hz. Ömer’in elinde Tevrat’ın sayfalarından birini görünce Peygamberimizin öfkelenerek “… Allah’a yemin ederim ki, eğer Musa sağ olup aranızda bulunsa, onun için tek meşru tutum, bana uymak olacaktı” diye buyurması göstermektedir.[2]

O halde Peygamberimizin (sa.) bu davranışı, söz konusu nesli ilk teşekkül döneminde sadece Kurân’dan beslenmeye yöneltmek maksadına dayanıyordu. Ancak bu şekilde o neslin vicdanları sırf Kurân’a sarılabilir ve sırf onun çizdiği yola koyulmaları sağlanabilirdi. Hz: Ömer’i başka bir kaynaktan beslenmeye kalkışır görünce Peygamberimizin öfkelenmesi bu yüzdendi.

Peygamberimiz (sa.) kalbi, akli bakış açısı, şuuru ve teşekkülü Kurân-ı Kerim’de beliren (ifadesini bulan) ilahi sistem dışında kalan her türlü yabancı tesirden arındırılmış bir nesil meydana getirmek istiyordu. Buna göre, o nesil sadece o biricik kaynaktan beslendiği için tarihteki o eşsiz rolü almıştı. Sonra ne oldu? Kaynaklar birbirine karıştı. Daha sonra gelen nesillerin beslenme kaynaklarına eski Yunan felsefesi ve mantığı, İran mitolojisi ile bu mitolojilerin yansıttığı dünya görüşü, Yahudi hurafeleri ile Hıristiyan putları ve bunlara benzer eski kültür ve uygarlık tortuları karıştırıldı. Bu yabancı unsurların tümü, fıkha ve fıkıh usulüne olduğu gibi Kurân tefsiri ile Kelam ilmine de bulaştırıldı. Arkadan gelen nesiller, bir biri peşi sıra söz konusu bulanık kaynaktan beslenerek yetiştiler. Böyle olunca da o ilk neslin benzeri bir daha görülmedi.

Hiç şüphesiz, o ilk örnek nesil ile daha sonra gelen tüm nesiller arasında beliren bariz farklılığın temel faktörü, ana kaynakta ortaya çıkan karışıklık ve bulanıklıktır.

Beslenme kaynağının özelliği konusunda beliren ayrılığın dışında bir başka temel faktör daha vardır.

O da söz konusu neslinkinden farklı olan yararlanma metodudur.

İlk dönemin örnek nesli Kurân’a, kültürü geliştirme, bilgi edinme, haz duyup tatmin olma gibi maksatlarla yanaşmazlardı. Onların hiç birisi, sırf kültürlü olmak için, kültür hazinesini geliştirmek veya ilmi ve fıkhi konularda dağarcıklarını şişirmek için Kurân’ı ele almazlardı. Onlar gerek kendileri ve gerekse içinde yaşadıkları cemiyet hakkında ve bu cemiyet içinde uygulanacak olan hayat tarzının nasıl olması gerektiği hakkında Allah’ın emrini öğrenmek üzere Kurân’ı ele alırlardı. Söz konusu emri de, savaş alanında aldığı “günlük emri” derhal uygulayan bir ordu gibi, duyar duymaz uygulamak üzere alırlardı.

Bu yüzden Onların hiç biri herhangi bir toplantıda bildirilenden daha uzun ve teferruatlı emir ve talimat istemezlerdi. Çünkü herkes böyle bir tutumun, omuzlarına binen sorumluluk ve yükümlülüklerini arttıracağının farkında idi. İbn-i Mesud tarafından rivayet edilen bir hadiste görüleceği üzere herkes öğrenip uygulamak üzere on ayetle yetinirdi. [3]

Bu şuur, uygulamak üzere öğrenme şuurudur. Yine bu metot sırf önlerine araştırma, inceleme ve bilgi edinme gibi amaçlarla Kurân’a yönelenlerin edinemeyeceği derecede geniş manevi haz ve marifet ufukları açıyordu. Ayrıca bu metot sayesinde uygulama da kolaylık buluyor, yükümlülüklerin ağırlığı düşüyor. Kurân, kişilikleri tarafından sindirilerek pratik bir metotla vicdanları ve hayatlarıyla kaynaşıyordu. Öte yandan da bu metot uyarınca hayatın seyir çizgisini değiştirecek olaylara ve sonuçlara yol açan, zihinlerin ve sayfaların içinde mahpus kalmayan hareketli bir eğitim sistemi ortaya çıkıyordu.

Hiç şüphesiz, Kurân, hazinelerini, ona ancak bu şuurla yönelenlere açar, yani uygulamaya dönük bir bilgi edinme şuuru ile yönelenlere. Çünkü o, aklı tatmin eden bir kitap veya edebiyat ve sanat eseri yada hikaye ve tarih eseri olsun diye inmemiştir. Her ne kadar bu saydıklarımızın tümünü içeriyorsa da o bir yaşama sistemi, katıksız bir ilahi hayat kılavuzu olmak üzere indirilmiştir. Ulu Allah Kurân’ı artarda bölümler halinde göndererek onlara bu metot uyarınca muamele etmiştir. Nitekim O, şöyle buyuruyor:”Ve Kurân’ı, onu zaman aralıkları ile ve üzerinde dura dura okuyasın diye parça parça indirdik.” [4]

Bu Kurân, toptan bir kerede değil, düşünce ve görüş açılarındaki devamlı gelişme uyarınca, hayatta beliren sürekli gelişmeler uyarınca, değişen ihtiyaçlara göre, Müslüman cemiyetin gündelik hayatı sırasındanda karşılaştığı pratik problemler uyarınca inmiştir.

Belirli bir olay veya durum hakkında inen herhangi bir ayet veya ayetler mecmuası, ilk Müslümanlara söz konusu olay hakkındaki duygu, düşünce ve görüş açılarını anlatır. O durumda nasıl davranacaklarını belirtir. Düşebilecekleri düşünce ve davranış yanılgılarını düzeltir, her şeyden önce kalplerini Rablerine bağlar ve Onun kainata yön veren sıfatlarını onlara tanıtırdı. Böylece onlar da yüce kudretin koruyuculuğu altında yaşadıklarını hissederek sağlam ilahi metot uyarınca gündelik hayatlarını huzur içinde geçirirlerdi.

Kurân’ı uygulama ve yaşamağa dönük bir anlayışla öğrenmek, ilk örnek neslin tutumu olmasına rağmen inceleme ve manevi haz kazanma amacı ile Kurân’a yönelmek sonradan gelen nesillerin eğitim metodu olmuştur. Hiç şüphesiz belirttiğimiz bu ikinci faktör, ilk Müslüman nesil ile diğer bütün nesiller arasındaki farklılığın temel sebeplerindendir. Bu arada üzerinde durulup belirtilmesi gereken bir üçüncü faktör daha vardır. O zaman İslam’a giren kişi, giriş kapısının eşiğinde cahiliye dönemindeki geçmişinin tümünden sıyrılmanın şuuru içinde olurdu. Adam İslam’a girdiği anda cahiliye devrinde yaşadığı hayattan her yönü ile başka olan yeni bir hayat dönemine başladığının iyice farkında idi. Cahiliye dönemindeki bütün tutum ve davranışları karşısında kuşkulu, şikayetçi, çekingen bir tavır takınır, bütün o davranış ve tutumları, İslam ile bağdaşmaz birer kirli çamaşır gözü ile görürdü.

İslam’ın yeni hidayetine, bu duygu içinde kavuşurdu. Nefsinin arzusuna bir daha yenilince, eski bir alışkanlığı yeni baştan onu kendine çekince; İslam’ın omuzlarına bindirdiği yükümlülüklerden herhangi birini yerine getiremeyince derhal günah ve kusurunun farkına varır, üzerine bulaşan kötülükten arınması gerektiğini vicdanının derinliklerinde duyar ve yeni baştan Kurân’ın kılavuzluğu uyarınca yaşamaya girişirdi.

Demek ki, Müslüman’ın cahiliye dönemindeki geçmişi ile İslam’a girdikten sonraki hayatı arasında şuur alanında gerçekleşen kesin bir kopukluk vardı. Bundan cahiliye cemiyetindeki ilişkilerinden ve kendisini kuşatan sosyal ilişkilerde de beliren kesin bir uzaklaşma ortaya çıkıyordu. Çünkü o cahiliye ortamından kesinlikle ayrılarak yine aynı kesinlikle İslam ortamına katılmıştı. Bazı müşrikler ile ticari alışverişi ve gündelik hayatın akışı içinde bazı ilişkileri olsa bile, şuur alanında gerçekleşen kopukluk ve ayrılık başka, gündelik basit ilişkiler başka bir şey idi.

Bunun yanında şirke dayalı inanç sisteminden arınıp tevhide dayalı inanç sistemini benimsemeden doğan, varlık ve hayat hakkında cahiliye anlayışından sıyrılıp İslam’ın getirdiği görüşü kabul etmeden dolayı meydana gelen, yeni bir yönetim altında yepyeni bir İslam cemiyetine katılarak bu yeni cemiyet ve yönetimin sağladığı yetki, görev ve bağlılıklardan ileri gelen bir cahiliye ortamından, onun gelenek, kavram, alışkanlık ve ilişkilerinden sıyrılma olayı vardı.

Bu nokta bir yol ayrımıydı. Yeni yolda ilerlemenin başlangıcı idi. Cahiliye dönemi cemiyetinin yürürlükte tuttuğu tüm geleneklerin, orada üstün sayılan bütün kavram ve değer yargılarının baskılarından sıyrılmanın sağladığı hafiflik içinde adım atılan umut dolu yürüyüştü bu. Müslüman’ın karşılaştığı işkence ve fitnelerden başka bir sıkıntı yoktu. Ne var ki, onlar da artık bitmiş sona ermişti. Cahiliye anlayışındaki baskının, cahiliye cemiyetinde yürürlükte olan geleneklerin geri gelmesine imkan yoktu.

Biz de bu gün, İslam’dan önceki cahiliyenin tıpkısı, hatta belki de daha koyusu içindeyiz. Çevremizdeki her şey cahiliye damgasını taşıyor. İnsanların bakış açıları, alışkanlık ve gelenekleri, kültür kaynakları, sanat ve edebiyatları, yasa ve hukukları… Hatta İslam kültürü, İslam kaynağı, İslam düşüncesi ve İslam görüşü olarak saydığımız değerlerin çoğu bile cahiliye ürünüdür! Bu yüzden İslami değerler vicdanımızda tutunamıyor, kafalarımızda bir İslam bakış açısı belirmiyor, İslam’ın ilk döneminde yetişen o neslin bir benzeri gibi yeteri sayıda bir grup aramızda meydana çıkmıyor.

Buna göre İslami hareket metodu uyarınca girişeceğimiz eğitim ve oluşturma dönemi boyunca içinde yaşadığımız ve dayandığımız tüm cahiliye etkilerinden sıyrılmamız gerekir. İlk Müslümanların dayandığı arı kaynağa dönmemiz gerekir. İçine yabancı hiçbir unsurun karışmadığı ve hiçbir şekilde bulanmadığı kesinlikle belli olan o kaynağa… Ona döneceğiz, gerek varlıkların tümü, gerek insan varlığının içyüzü ve gerekse bu iki varlık bölümü ile mutlak varlık olan Allah arasındaki her çeşit ilişkiyi ona dayandırmak için… Hayatla ilgili görüşlerimizi, değer hükümlerimizi, ahlak esaslarımızı, yönetim, politika, ekonomi ve hayata yön veren diğer kesimler hakkındaki görüşlerimizi oradan edineceğiz.

Oraya başvururken inceleme ve manevi haz kazanma endişesi ile değil, uygulama ve eyleme dönük bir anlayış ile başvurmalıyız. Varolabilmek için nasıl olmamamız gerektiğini öğrenmek ve manevi haz elde etmek isteyen ilmi araştırmacıların aradığı diğer unsurlara rastlayacağız. Fakat biz bütün bunlarla, onları asıl hedef edinmeksizin karşılaşacağız. Bizim asıl amacımız ‘Kurân bizden neler yapmamızı istiyor, bizden nasıl bir kainat görüşü edinmemizi istiyor, Allah’ı nasıl düşünmemizi istiyor, hayattaki ahlakımızın, tutumumuzun ve pratik cemiyet düzenimizin nasıl olmasını istiyor’ sorularına cevap bulmaktır. Sonra da cahiliye cemiyetinin vicdanlarımızın derinliklerine sinen baskılarından, dünya görüşlerinden, geleneklerinden ve bağımlılığından sıyrılmalıyız. Bizim amacımız bu cahiliye cemiyetinin pratiği ile uzlaşmak veya onun egemenliğini onaylamak değildir. O bu vasıfta iken, cahiliye vasfını korurken onunla uzlaşmamız mümkün değildir. Bizim amacımız, daha sonra bu cemiyeti değiştirebilmek için önce kendi kendimizi değiştirmektir.

İlk görevimiz, İslam metot ve bakış açısı ile temelden çelişen ve İlahi metot uyarınca yaşamaktan zorla ve baskı ile bizleri alıkoyan cahiliye cemiyetinin pratiğini kökünden değiştirmektir.

Bu yolda atacağımız ilk adım, kendimizi bu cahiliye cemiyetinin, onun değer ve görüş açılarının üzerine çıkarmak, dışında tutmaktır. Yolumuz boyunca onunla buluşmak gayesi ile diğer hükümlerimizden ve bakış açılarımızdan, az yada çok, sapmamaktır. Biz ve onlar ayrı yolların yolcusuyuz. Onlara bir adım uyduğumuz zaman metodumuzun tümünü ve yolumuzu kaybederiz.

Bu uğurda sıkıntı ve meşakkatle karşılaşacağız. Bu tutum bize, ağır fedakarlıklar yükleyecek. Fakat ilahi metodun yeryüzünde kökleşmesine vesile olan, cahiliyenin hayat metodunu ortadan kaldırmak için Allah’ın desteğine mazhar olan o ilk neslin yolundan gitmek istiyorsak, başka bir alternatifimiz, tercih edeceğimiz başka bir yol yoktur.

Bunun yanında, her zaman metodumuzun özelliğini, durumumuzun özelliğini o örnek ve eşsiz nesil gibi cahiliyeden sıyrılabilmek için tutmamız gereken yolun özelliğini iyi kavramak çok yararımıza olacaktır.



[1] Nesei.
[2] Hafız, Ebu Yalâ’dan, o da Hammad’dan, o da Şabi’den, o da Cabir’den rivayet etmiştir.
[3] Bu hadisi İbn-i Kesir, tefsirinin giriş bölümünde zikretmektedir.
[4] İsra, 106

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder